Elvan hanım ile tanıştıktan sonra şansın nihayet kendisine de güldüğüne inanmaya başlayan Halo dayının dünyası; kanser olduğunu öğrenmesiyle beraber yeniden eski karanlık günlerindeki durgunluğa bürünür. Öleceğine kendini o kadar inandırmıştır ki; Elvan hanımın hamile olduğunu öğrenmiş olması bile almış olduğu tedaviyi reddetme kararını değiştirmesine sebebiyet vermez. Geçmişi karanlıktır; uyuşturucu denen illetin yayılabilmesi için uygun ortam sağlayanlardan ve bu işten rant elde edenlerden olduğu için aldığı onlarca gencin canına karşılık şimdi Yaradanın kendi canını istediğini düşünmektedir. Hal böyle iken; tedavi olmaya gerek yoktur. Durup bir köşede öylece ölümü bekleyecektir. Ölümün soğuk yüzünü; ailesinin yegane sıcaklığına tercih ettiği o girdaplı günlerin birinde yolu Ömer babanın dükkanına düşer :
ÖMER: Evlilik nasıl gidiyor Halil bey?
HALO: Evlilik iyi gidiyor da… ben iyi gitmiyorum…
ÖMER. O nasıl oluyor?
HALO: Ben çok sıkıntılar çektim.. gençliğimde hiç mutlu olmadım. hep ezildim, horlandım. Böyle yaşarken sevmeyi sevilmeyi unuttum. Ama bir gün bu hemşire hanımla karşılaştım. Onunla olmak bana huzur verdi… Ve onu sevdim… Sanki yeniden dünyaya gelmiş gibiydim… Gözüm ondan başka bir şey görmez oldu. Mutluluğum devam etsin diye evlenme teklif ettim. O da kabul etti. Gerisini biliyorsun..
ÖMER: Eeeee ne var bunda, ne güzel işte evlendiniz. Her ikiniz de sorumluluk üstlendiniz. Sorumluluğunuzun bilinci içinde evliliğiniz devam ediyor.
HALO: Ediyor da… benim sağlık sorunum var. Sanki Allah beni cezalandırıyor.
ÖMER: Sence her hastalanan Allah tarafından cezalandırılıyor mu?
HALO: Herkes değil de… geçmişte yaptığım çok hatalar var..
ÖMER: Öyle düşünme… Sen hepsine tevbe ettin. Hayatına yeni bir sayfa açtın. Hem Allah “Benim rahmetimden ümidinizi kesmeyin” buyuruyor.
HALO: Kanser hastasıyım günlerim sayılı. Bu üzüntüm yetmezmiş gibi yeni haber aldım. Bir çocuğumuz olacakmış… Sevineyim mi, dövünüp çıldırayım mı bilmiyorum!
ÖMER: Elbette sevineceksin. Bundan daha iyi bir haber olur mu? Allah size en güzel hediyeyi veriyor.
HALO: Ama ben çok yakında öleceğim?
ÖMER: Hastalanmadan önce ölüm senden çok mu uzaktaydı? Ölümün avcılık yaptığı bu dünyada kuşku ve pişmanlık için zaman yok!! Ancak kararlar için zamanın var. Sen ailenle ilgili iyi kararlar almalısın. Şimdiye kadar kendin için yaşadın, şimdiden sonra onlar için yaşamalısın.
HALO: Düşüncede kararlı olmak güzel de… iş yapmaya gelince insanın içine kuşku giriyor, pişmanlık giriyor!!
ÖMER: Hayatımızda kuşku ve pişmanlığa yer yok. Yaptığımız her şey kendi kararımız ve kendi sorumluluğumuz. Ölüm her an peşimizde, pusuda. Siz evlenirken birlikte karar aldınız değil mi?
HALO: Evet hem de çok isteyerek.
ÖMER: Öyle ise aldığınız bu kararın sorumluluğunu da yüklenmeniz gerekir. Hayatta aldığınız bu karar uğrana ölmeye bile hazır olmalısınız.
HALO: Zaten öleceğim?
ÖMER: Öleceksen bile önce kararınızı gerçekleştirmeye çalış. Bak ailenize yeni bir hayat katılıyor. Sen henüz onun yüzünü görmedin. İnanıyorum ki çok güzel bir bebek olacak ve siz onu çok seveceksiniz.
HALO: Ben ölümden bahsediyorum, sen hayattan.
ÖMER: Ölüm yok olmak değil, bir hayat değişimidir. Yeni bir hayata geçmektir.
Senden sonra evladının bu dünyada çok güzellikler yapmasını istemez misin?
HALO: Hiç ümidim yok.
ÖMER: Ümitvar olmalısın… Çünkü ümitvar olan insanın karşısına farklı fırsatlar çıkar. Bir çocuğunun olacak olması senin için büyük bir şans. Bunu fark eder ve büyük bir ümitle ona ve geleceğine odaklanırsan, ben hastalığını bile yenebileceğine inanıyorum.
HALO: Sen çok iyimsersin.. benim sıkıntılarımı göremiyorsun!!
ÖMER: Hayır, sen iyimser yaklaşmadığın için güzellikleri göremiyorsun. Ümit, zor zamanlarda insanları, aileleri, toplumları ayağa kaldıran bir güçtür.
2 Haziran 2009 Salı
50. Bölüm Polat-Nazife Ana-Ömer Baba Diyaloğu
Polat Ebru ile buluştuğu günün akşamında ailesini ziyaret etmek için eve uğrar. Gün içinde Polat’ı telefonla arayarak buluşmanın nasıl geçtiğine dair ipuçları elde etmeye uğraşan Nazife anne; yemek masasında da oğlunun yaşadığı bu cehennem hayatında kanaatince ona tek ışık olacak olan Ebru’ya ve evliliğe dair ısrarlı söylemleriyle; Polat’ı tez elden bir karar vermeye zorlar. Ömer baba ise sakince olan biteni seyretmekte; anne-oğulun düşünce farklılıkları arasındaki dengeyi bulmak üzere söze girmek için her zamanki munis tavrını takınarak en doğru zamanı beklemektedir:
POLAT: Bilmiyorum anne…
NAZİFE: Ne demek bilmiyorum evladım?
POLAT: Bilmiyorum demek bilmiyorum demek..
NAZİFE: Evladım sen bu kızla evlenecek misin evlenmeyecek misin? Niyetin yoksa burada açık açık söyle ben de kızla konuşayım…
POLAT: Yok anne…
NAZİFE: Ne demek yok anne…
POLAT: Anne sordun söyledim işte…
NAZİFE: Bey bir şey söylesene, bak ne diyor… Beni o kadar ayağa kaldırdı, kızın duygularıyla oynadı şimdi yok diyor…
ÖMER: Hanım sen dedin ki söyle söyledi işte, şimdi niye yan çiziyorsun?
NAZİFE: Eee ne olacak şimdi?
POLAT: Anacım, ben evet ya da hayır demiyorum… Sadece bana müsaade et, çok üstüme geliyorsun, sen üstüme geldikçe benim kaçasım geliyor… Sen niye bana merhamet etmiyorsun, ben nelerle uğraşıyorum, kimlerle boğuşuyorum biliyor musun?
NAZİFE: Anlatmazsan nerden bileyim?
POLAT: Bir işimi gücümü yoluna koyayım ondan sonra karar vereyim…
NAZİFE: Bir insanın eşi, ona zor günlerinde en büyük destektir…
ÖMER: Şimdi de annen haklı evladım.
POLAT: Ben haksız demiyorum baba, sadece biraz vakit istiyorum…
NAZİFE: Tak nişan yüzüğünü istediğin kadar düşün…
ÖMER: Şimdi de haksızsın hanım, nişan niyetim belli seninle evleneceğim demek…
NAZİFE: Vakit vakit diyorsun ama saçlarının yarısı siyah yarısı beyaz… Yarın siyah kalmadığında kim olsa rızan olur ama seni alan olur mu bilinmez…
POLAT: O kadar beyazım var mı ya?
ÖMER: İyi insanların evlenmemesi çocuk yapmaması beni hep rahatsız etmiştir… Gençlere sorduğumda, aman baba toplum bozuldu, dünya nereye gidiyor deyip neden kaçtıklarını söylüyorlar… Zulüm var diyorlar, adaletsizlik var diyorlar, hırsızlık var diyorlar: bu dünyaya çocuk mu gelir diyorlar? İyi insanların, vasıflı insanların, hayırlı insanların çocukları neden kötü olsun ki? Onu iyi yapan, ona vasıf veren, hayırlı kılan çocuğunu daha iyi daha vasıflı daha hayırlı niye yapmasın ki… Vatanın için, milletin devletin için geceni gündüzüne katman, canını ortaya koyman hem anneni hem beni müteessir ediyor… Eserinle iftihar ediyoruz… Ancak hayırlı evlat da belki de eserlerin en güzelidir…
POLAT: Bilmiyorum anne…
NAZİFE: Ne demek bilmiyorum evladım?
POLAT: Bilmiyorum demek bilmiyorum demek..
NAZİFE: Evladım sen bu kızla evlenecek misin evlenmeyecek misin? Niyetin yoksa burada açık açık söyle ben de kızla konuşayım…
POLAT: Yok anne…
NAZİFE: Ne demek yok anne…
POLAT: Anne sordun söyledim işte…
NAZİFE: Bey bir şey söylesene, bak ne diyor… Beni o kadar ayağa kaldırdı, kızın duygularıyla oynadı şimdi yok diyor…
ÖMER: Hanım sen dedin ki söyle söyledi işte, şimdi niye yan çiziyorsun?
NAZİFE: Eee ne olacak şimdi?
POLAT: Anacım, ben evet ya da hayır demiyorum… Sadece bana müsaade et, çok üstüme geliyorsun, sen üstüme geldikçe benim kaçasım geliyor… Sen niye bana merhamet etmiyorsun, ben nelerle uğraşıyorum, kimlerle boğuşuyorum biliyor musun?
NAZİFE: Anlatmazsan nerden bileyim?
POLAT: Bir işimi gücümü yoluna koyayım ondan sonra karar vereyim…
NAZİFE: Bir insanın eşi, ona zor günlerinde en büyük destektir…
ÖMER: Şimdi de annen haklı evladım.
POLAT: Ben haksız demiyorum baba, sadece biraz vakit istiyorum…
NAZİFE: Tak nişan yüzüğünü istediğin kadar düşün…
ÖMER: Şimdi de haksızsın hanım, nişan niyetim belli seninle evleneceğim demek…
NAZİFE: Vakit vakit diyorsun ama saçlarının yarısı siyah yarısı beyaz… Yarın siyah kalmadığında kim olsa rızan olur ama seni alan olur mu bilinmez…
POLAT: O kadar beyazım var mı ya?
ÖMER: İyi insanların evlenmemesi çocuk yapmaması beni hep rahatsız etmiştir… Gençlere sorduğumda, aman baba toplum bozuldu, dünya nereye gidiyor deyip neden kaçtıklarını söylüyorlar… Zulüm var diyorlar, adaletsizlik var diyorlar, hırsızlık var diyorlar: bu dünyaya çocuk mu gelir diyorlar? İyi insanların, vasıflı insanların, hayırlı insanların çocukları neden kötü olsun ki? Onu iyi yapan, ona vasıf veren, hayırlı kılan çocuğunu daha iyi daha vasıflı daha hayırlı niye yapmasın ki… Vatanın için, milletin devletin için geceni gündüzüne katman, canını ortaya koyman hem anneni hem beni müteessir ediyor… Eserinle iftihar ediyoruz… Ancak hayırlı evlat da belki de eserlerin en güzelidir…
Ömer Baba'nın Gündemi- Mutluluk İnsanoğlunun İçinde Saklıdır
Mutluluk İnsanoğlunun İçinde Saklıdır
O VE BEN
Evde yalnızım. Bir müddet karşımdaki Boğaz Köprüsü’ne baktım. Sonra denize bakmaya başladım. Deniz titriyor hareket halinde, onun üstünde balıkçı tekneleri var. Bazen büyük yük gemileri geçiyor arkasında iz bırakarak. Gördüğüm tablo çok güzel. Hızlı bir hayat yaşanıyordu İstanbul’da. Karada ve denizde insanlar devamlı koşturmaktalar. Çok kalabalık amma yalnız yaşayan insanlar. O anda kendi yalnızlığım geldi aklıma. ‘Çevremde çok insanlar var amma ben neden yalnızım?’ diye takıldım kendime. Sorular sıralandı arka arkaya, neden yalnızdım ve ne yapıyordum? Birisiyle konuşma isteği duydum. Bu ‘kim olabilir’ diye düşünürken bir fikir geldi aklıma. Kendimle konuşabilir miyim diye. Hani kendi kendisiyle konuşana deli derler ya. Varsın delilik olsun hem kimse yoktu yanımda deliliğimi fark edecek.
Peki ben bunu nasıl başaracaktım? Sorular tükenmiyor amma çareler de öyle. Kendimce buldum çaresini. Yerimden kalktım koltuğumu alarak, karşı duvarda ki boyluca aynanın önüne oturdum. Şimdi aynı odada iki ben oldu. Önce dış görünüş olarak izledim aynadaki aksimi. Sonra O’na:
- ‘Sen mi gerçeksin ben mi?’ diye sordum.
- Ne sen gerçeksin ne de ben, ikimizde bir görüntüden ibaretiz. Gerçek olan yalnız Allah.
Bu karşılıklı konuşmaya sevinmiştim. Sorunca cevabımı alıyordum. Öyle ise sorularıma devam etmeli idim. Ben soracağım sorular düşünürken o bana sordu.
- Kendini bana anlatsana, ne haldesin? Neler yapmak istiyorsun?
- Çevremde bir sürü arkadaşım olmasına rağmen yapayalnızım. Kimse beni anlamıyor. Bu ise beni mutsuz ediyor.
- Arkadaşım dediğin kişilerle rahat konuşabiliyor musun? Onlara sorular sorabiliyor musun? Veya onların sana soru sormasına izin veriyor musun?
- Ben cevap adamıyım soru adamı değilim, her soruya mutlaka bir cevabım vardır.
- Ya verdiğin cevaplar yetersiz ve karşıdakini tatmin etmiyorsa.
- Ancak aptallar anlamaz. Her şeyi detayı ile anlatıyorum.
- Öyle ise eleştirilere açık değilsin?
- Eleştirilmeyi sevmiyorum. Başarı benim için çok önemlidir. Hata yaptığımı kabullenemem bu bence zayıflık işaretidir.
- Ama sen de insan olduğuna göre sen de hata yapabilirsin. Bu gerçeği kabullenmelisin. Peygamberler dahi zaman zaman hata yapmışlardır. Onları bazen yüce Allah uyarmış bazen de, her zaman yanlarında rehber gibi bulunan Cebrail melek uyarmıştır. Bence yapıcı eleştiriye açık olmalısın. Hem seni eleştiren senin düşmanın değil belki de en iyi dostundur.
- Beni eleştirenin benden akıllı ve benden bilgili olması gerekir. Oysa benim çevremde hep salaklar, geri zekalılar toplanmış. Bana her yapacağım işte köstek olurlarda destek olmazlar.
- Sen kendini yargıç yerine koydun tüm insanları da suçlu sandalyesine oturttun. Kendince yargılıyorsun. Hani bir ata sözü vardır ‘Davacın hakim olursa, yardımcın Allah ola’ diye. Bence sen çok az bilgiye sahip olduğun halde diğer insanlar hakkında fikir yürütüyorsun. Eksik bilgi veya kasıtlı verilen bilgiler bazen insanları yanlış düşüncelere sürükler. Eksik bilgiyi şöyle anlatabilirim sana. Bir çivi eksik olursa nalın düşmesine sebep olur. Nal düşerse at’ın yok olmasına sebep olur. At yok olursa, atı kullananın yok olmasına sebep olur. İnsanlar hakkında gerçek bilgiye ulaşmadan ileri geri konuşmaman ve onları yargılamaman gerekir.
- Sen de şu anda beni yargılıyorsun.
- Hayır ben seni uyarmaya çalışıyorum. Çünkü gördüğüm kadarıyla mutlu değilsin. Mutsuzluğun sebebini sormaya ve araştırmaya başlasan problemi çözeceğinden şüphem yok.
- Soru sormamı istiyorsun! Kime sormalıyım sorularımı?
- Kendine sormalısın. Soruların muhatabı sen olduğun gibi, her sorunun cevabı da sende saklı.
Yunan mitolojisinde şöyle bir kıssa anlatılır.
‘Tanrılar mutluluğu saklamak istemiş, tanrılardan biri demiş ki yıldızlara saklayalım, ormanın içine demiş bir diğeri, denizlerin dibine demiş ötekisi, bir bir sıralamışlar önerilerini, sonunda
şöyle demiş içlerinden biri. Hiç biri olamaz, insanoğlu arar bulur, en iyisi mutluluğu onun içine saklayalım, her yere bakar da kendi içine bakmak aklına gelmez.’
- Benim içimde mi? Nerede? Neden göremiyorum öyleyse? Hiç olabilir mi böyle bir şey?
- Anlaman gereken şu ki, gerçektende her şeyin kendi içinde olduğunu kabul etmen gerekiyor. İyi de, kötü de, doğru da, yanlış ta, huzur da, huzursuzluk ta, hepsi içerlerde bir yerlerde.
Mevlana Mesnevi’sinde: ‘İnsan zihni sazlık gibidir, orman gibidir, orda aslan da var, yaban eşeği de, sen yaban eşeğinin peşine takılma’ der.
Mevlana bunu söylerken irademizi iyi kullanarak tercihimizi iyi yapmamızı söylüyor.
Sen ne diyorsun? Hangisinin peşine takılalım? Aslanın mı, yaban eşeğinin mi?
Kafamı ellerimin arasına aldım, başım çatlayacak gibiydi. Bu kadar söyleşi yeter. ‘Bana düşünmem için zaman vermelisin’ dedim.
O, ‘Ben hep buradayım, istediğin zaman görüşelim’ dedi.
O VE BEN
Evde yalnızım. Bir müddet karşımdaki Boğaz Köprüsü’ne baktım. Sonra denize bakmaya başladım. Deniz titriyor hareket halinde, onun üstünde balıkçı tekneleri var. Bazen büyük yük gemileri geçiyor arkasında iz bırakarak. Gördüğüm tablo çok güzel. Hızlı bir hayat yaşanıyordu İstanbul’da. Karada ve denizde insanlar devamlı koşturmaktalar. Çok kalabalık amma yalnız yaşayan insanlar. O anda kendi yalnızlığım geldi aklıma. ‘Çevremde çok insanlar var amma ben neden yalnızım?’ diye takıldım kendime. Sorular sıralandı arka arkaya, neden yalnızdım ve ne yapıyordum? Birisiyle konuşma isteği duydum. Bu ‘kim olabilir’ diye düşünürken bir fikir geldi aklıma. Kendimle konuşabilir miyim diye. Hani kendi kendisiyle konuşana deli derler ya. Varsın delilik olsun hem kimse yoktu yanımda deliliğimi fark edecek.
Peki ben bunu nasıl başaracaktım? Sorular tükenmiyor amma çareler de öyle. Kendimce buldum çaresini. Yerimden kalktım koltuğumu alarak, karşı duvarda ki boyluca aynanın önüne oturdum. Şimdi aynı odada iki ben oldu. Önce dış görünüş olarak izledim aynadaki aksimi. Sonra O’na:
- ‘Sen mi gerçeksin ben mi?’ diye sordum.
- Ne sen gerçeksin ne de ben, ikimizde bir görüntüden ibaretiz. Gerçek olan yalnız Allah.
Bu karşılıklı konuşmaya sevinmiştim. Sorunca cevabımı alıyordum. Öyle ise sorularıma devam etmeli idim. Ben soracağım sorular düşünürken o bana sordu.
- Kendini bana anlatsana, ne haldesin? Neler yapmak istiyorsun?
- Çevremde bir sürü arkadaşım olmasına rağmen yapayalnızım. Kimse beni anlamıyor. Bu ise beni mutsuz ediyor.
- Arkadaşım dediğin kişilerle rahat konuşabiliyor musun? Onlara sorular sorabiliyor musun? Veya onların sana soru sormasına izin veriyor musun?
- Ben cevap adamıyım soru adamı değilim, her soruya mutlaka bir cevabım vardır.
- Ya verdiğin cevaplar yetersiz ve karşıdakini tatmin etmiyorsa.
- Ancak aptallar anlamaz. Her şeyi detayı ile anlatıyorum.
- Öyle ise eleştirilere açık değilsin?
- Eleştirilmeyi sevmiyorum. Başarı benim için çok önemlidir. Hata yaptığımı kabullenemem bu bence zayıflık işaretidir.
- Ama sen de insan olduğuna göre sen de hata yapabilirsin. Bu gerçeği kabullenmelisin. Peygamberler dahi zaman zaman hata yapmışlardır. Onları bazen yüce Allah uyarmış bazen de, her zaman yanlarında rehber gibi bulunan Cebrail melek uyarmıştır. Bence yapıcı eleştiriye açık olmalısın. Hem seni eleştiren senin düşmanın değil belki de en iyi dostundur.
- Beni eleştirenin benden akıllı ve benden bilgili olması gerekir. Oysa benim çevremde hep salaklar, geri zekalılar toplanmış. Bana her yapacağım işte köstek olurlarda destek olmazlar.
- Sen kendini yargıç yerine koydun tüm insanları da suçlu sandalyesine oturttun. Kendince yargılıyorsun. Hani bir ata sözü vardır ‘Davacın hakim olursa, yardımcın Allah ola’ diye. Bence sen çok az bilgiye sahip olduğun halde diğer insanlar hakkında fikir yürütüyorsun. Eksik bilgi veya kasıtlı verilen bilgiler bazen insanları yanlış düşüncelere sürükler. Eksik bilgiyi şöyle anlatabilirim sana. Bir çivi eksik olursa nalın düşmesine sebep olur. Nal düşerse at’ın yok olmasına sebep olur. At yok olursa, atı kullananın yok olmasına sebep olur. İnsanlar hakkında gerçek bilgiye ulaşmadan ileri geri konuşmaman ve onları yargılamaman gerekir.
- Sen de şu anda beni yargılıyorsun.
- Hayır ben seni uyarmaya çalışıyorum. Çünkü gördüğüm kadarıyla mutlu değilsin. Mutsuzluğun sebebini sormaya ve araştırmaya başlasan problemi çözeceğinden şüphem yok.
- Soru sormamı istiyorsun! Kime sormalıyım sorularımı?
- Kendine sormalısın. Soruların muhatabı sen olduğun gibi, her sorunun cevabı da sende saklı.
Yunan mitolojisinde şöyle bir kıssa anlatılır.
‘Tanrılar mutluluğu saklamak istemiş, tanrılardan biri demiş ki yıldızlara saklayalım, ormanın içine demiş bir diğeri, denizlerin dibine demiş ötekisi, bir bir sıralamışlar önerilerini, sonunda
şöyle demiş içlerinden biri. Hiç biri olamaz, insanoğlu arar bulur, en iyisi mutluluğu onun içine saklayalım, her yere bakar da kendi içine bakmak aklına gelmez.’
- Benim içimde mi? Nerede? Neden göremiyorum öyleyse? Hiç olabilir mi böyle bir şey?
- Anlaman gereken şu ki, gerçektende her şeyin kendi içinde olduğunu kabul etmen gerekiyor. İyi de, kötü de, doğru da, yanlış ta, huzur da, huzursuzluk ta, hepsi içerlerde bir yerlerde.
Mevlana Mesnevi’sinde: ‘İnsan zihni sazlık gibidir, orman gibidir, orda aslan da var, yaban eşeği de, sen yaban eşeğinin peşine takılma’ der.
Mevlana bunu söylerken irademizi iyi kullanarak tercihimizi iyi yapmamızı söylüyor.
Sen ne diyorsun? Hangisinin peşine takılalım? Aslanın mı, yaban eşeğinin mi?
Kafamı ellerimin arasına aldım, başım çatlayacak gibiydi. Bu kadar söyleşi yeter. ‘Bana düşünmem için zaman vermelisin’ dedim.
O, ‘Ben hep buradayım, istediğin zaman görüşelim’ dedi.
Ömer Baba'nın Gündemi- Hangi Sese Kulak Verelim
Hedefe Ulaşmak İçin Disiplinli Şekilde Yol Almalısın
HANGİ SESE KULAK VERELİM
Çok yürümüştüm evin önüne geldiğimde kendimi çok yorgun hissediyordum. Eve girdiğimde koltuğum aynı yerde duruyordu. Soluklanmak için oturdum. Aynaya baktım, o bana ‘Hoş geldin’ dedi. Evet, hoş geldin demekle sorular da başlıyor demekti.
- Yürüyüş yaparken konuştuklarımızı düşündün mü?
- Evet, her saniyesinde düşündüm, kendimi o kadar kaptırmışım ki vaktin nasıl geçtiğini bile anlayamadım.
- Öyleyse karar vermişsindir, aslanın mı, yaban eşeğinin mi peşinden gideceğine.
- Doğrusunu istersen tam anlayamadım, yaban eşeği kimdir aslan kimdir?
- İkisi de senin içinde bunu bilmeyecek ne var.
- Lütfen biraz açar mısın?
- Aslan sende aklı, ruhu temsil eder, yaban eşeği ise içindeki nefsani duyguları temsil eder. Aslan güçlü kuvvetli bilinir amma yaban eşeği bir anırmaya başladı mı ondan başka bir sesi duymaz olursun. Öyle yüksek avazla bağırır ki kıyamet kopuyor zannedersin. Anırmasının sebebi hem cinsine olan şehvetidir. O dişisinin her şeyine anırır. Kendini öyle ifade eder. İnsan da nefsani duyguların esiri oluğu sürece şehvetinin, hırsının, kibrinin, kininin peşine koşar durur. Öyle saldırır ki bunların peşine, kendini uyaranların seslerini duymaz olur.
- Aslan kükrerse yaban eşeği kaçmaz mı?
- İşte mesele de bu ya; hani Mevlana Hazretleri iradenizi kullanarak tercihinizi yapın diyordu ya. Kişi tercihini özgür iradesiyle yapınca aslan ortaya çıkar ve krallığının gereğini yapar. Sen tercih yapmadan aslanın kükremesini duyamazsın.
- Pek anlayamadım neden aslanı duyamıyorum.
- Hep yaban eşeğini dinlemeye alışmışsında ondan. Bu konuyu iyi anlaman için sana Hoca Nasrettin den bir fıkra anlatayım mı?
- Konuyu aydınlatacaksa neden olmasın.
- Nasrettin Hoca’nın komşusunun yük taşımak için eşeğe ihtiyacı olur ve Hoca’nın evine gider. Hoca’nın evinin kapısını döver. Hoca üst kattan pencereyi açar ve komşusuna
- Hoca - Buyur komşu bir isteğin mi var?
- Komşu - Hocam harmandan biraz yük taşımam gerekiyor eşeğini verir misin?
- Hoca - Eşek evde yok olsaydı verirdim, der. Tam o sırada ahırdaki eşek anırmaya başlar.
- Komşu - Hocam ayıp olmuyor mu yalan söylüyorsun bak ahırdan eşeğin sesi geliyor, der.
- Hoca – Yahu ne zamana kaldık benim gibi bir insanın sözüne inanmıyorsun da ahırdaki eşeğin sözüne mi inanıyorsun. Hem o anıran eşeğin benim olduğunu ne biliyorsun? der.
- Bu sohbetten şunu mu anlamalıyım, gerçekten bana yardım edecek, doğru yolu gösterecek, beni mutluluğa ulaştıracak bilge insan mı bulmalıyım.
- Her yolcuya bir rehber gerekir. Sen de bir yolculuğa çıkacaksan kendine rehber bulmalısın. Şimdi bu rehberin adına hayat koçu diyorlar.
- Hayat koçu bana nasıl yardımcı olabilir ki?
- Olduğun yerde ki senle, olmak istediğin yerdeki sen arasındaki mesafeyi kapatman için sana yardımcı olur. Birlikte bir hedef koyar ve o hedefe ulaşmak için disiplinli bir şekilde yol alırsınız.
- Hayat koçu çok hoşuma gitti. Bana izin verir misin, artık yatmalıyım uykuya ihtiyacım var, hem sabah yapacak işlerim var.
- Sana iyi uykular, yarın hayat koçu ve danışmanlığı konusunda konuşuruz.
- Işığı kapattım artık o yoktu. Uyumak için yatağıma uzandım. Bir süre hayat koçunu düşündüm sonra dalmışım.
HANGİ SESE KULAK VERELİM
Çok yürümüştüm evin önüne geldiğimde kendimi çok yorgun hissediyordum. Eve girdiğimde koltuğum aynı yerde duruyordu. Soluklanmak için oturdum. Aynaya baktım, o bana ‘Hoş geldin’ dedi. Evet, hoş geldin demekle sorular da başlıyor demekti.
- Yürüyüş yaparken konuştuklarımızı düşündün mü?
- Evet, her saniyesinde düşündüm, kendimi o kadar kaptırmışım ki vaktin nasıl geçtiğini bile anlayamadım.
- Öyleyse karar vermişsindir, aslanın mı, yaban eşeğinin mi peşinden gideceğine.
- Doğrusunu istersen tam anlayamadım, yaban eşeği kimdir aslan kimdir?
- İkisi de senin içinde bunu bilmeyecek ne var.
- Lütfen biraz açar mısın?
- Aslan sende aklı, ruhu temsil eder, yaban eşeği ise içindeki nefsani duyguları temsil eder. Aslan güçlü kuvvetli bilinir amma yaban eşeği bir anırmaya başladı mı ondan başka bir sesi duymaz olursun. Öyle yüksek avazla bağırır ki kıyamet kopuyor zannedersin. Anırmasının sebebi hem cinsine olan şehvetidir. O dişisinin her şeyine anırır. Kendini öyle ifade eder. İnsan da nefsani duyguların esiri oluğu sürece şehvetinin, hırsının, kibrinin, kininin peşine koşar durur. Öyle saldırır ki bunların peşine, kendini uyaranların seslerini duymaz olur.
- Aslan kükrerse yaban eşeği kaçmaz mı?
- İşte mesele de bu ya; hani Mevlana Hazretleri iradenizi kullanarak tercihinizi yapın diyordu ya. Kişi tercihini özgür iradesiyle yapınca aslan ortaya çıkar ve krallığının gereğini yapar. Sen tercih yapmadan aslanın kükremesini duyamazsın.
- Pek anlayamadım neden aslanı duyamıyorum.
- Hep yaban eşeğini dinlemeye alışmışsında ondan. Bu konuyu iyi anlaman için sana Hoca Nasrettin den bir fıkra anlatayım mı?
- Konuyu aydınlatacaksa neden olmasın.
- Nasrettin Hoca’nın komşusunun yük taşımak için eşeğe ihtiyacı olur ve Hoca’nın evine gider. Hoca’nın evinin kapısını döver. Hoca üst kattan pencereyi açar ve komşusuna
- Hoca - Buyur komşu bir isteğin mi var?
- Komşu - Hocam harmandan biraz yük taşımam gerekiyor eşeğini verir misin?
- Hoca - Eşek evde yok olsaydı verirdim, der. Tam o sırada ahırdaki eşek anırmaya başlar.
- Komşu - Hocam ayıp olmuyor mu yalan söylüyorsun bak ahırdan eşeğin sesi geliyor, der.
- Hoca – Yahu ne zamana kaldık benim gibi bir insanın sözüne inanmıyorsun da ahırdaki eşeğin sözüne mi inanıyorsun. Hem o anıran eşeğin benim olduğunu ne biliyorsun? der.
- Bu sohbetten şunu mu anlamalıyım, gerçekten bana yardım edecek, doğru yolu gösterecek, beni mutluluğa ulaştıracak bilge insan mı bulmalıyım.
- Her yolcuya bir rehber gerekir. Sen de bir yolculuğa çıkacaksan kendine rehber bulmalısın. Şimdi bu rehberin adına hayat koçu diyorlar.
- Hayat koçu bana nasıl yardımcı olabilir ki?
- Olduğun yerde ki senle, olmak istediğin yerdeki sen arasındaki mesafeyi kapatman için sana yardımcı olur. Birlikte bir hedef koyar ve o hedefe ulaşmak için disiplinli bir şekilde yol alırsınız.
- Hayat koçu çok hoşuma gitti. Bana izin verir misin, artık yatmalıyım uykuya ihtiyacım var, hem sabah yapacak işlerim var.
- Sana iyi uykular, yarın hayat koçu ve danışmanlığı konusunda konuşuruz.
- Işığı kapattım artık o yoktu. Uyumak için yatağıma uzandım. Bir süre hayat koçunu düşündüm sonra dalmışım.
Güç Bilgi ve İmandır, Ona Yön Veren Amaçtır
Güç Bilgi ve İmandır, Ona Yön Veren Amaçtır
YA RAB HİDAYET EYLE BİZİ DOĞRU YOLA
Kendimi bir yol kavşağında hissediyorum. Önümde biri yukarı doğru, diğeri aşağı doğru giden iki yol var. Hangisine gideceğime karar veremiyorum. Bilgim olmayan konuda nasıl karar verebilirdim ki. Ben bunları düşünürken o gülerek beni izliyordu. Onunla bu konuyu konuşmalıydım. O’na:
- Senin bu yollar hakkında bilgin var mı?
- Yukarı doğru giden yol insanları saadete ve huzura ulaştıran yol. Aşağı doğru giden ise insanları mutsuzluğa, felakete ve bataklığa götüren yol.
- Bu yollar ve yolcuları hakkında bildiklerini bana anlatır mısın?
- Yukarıya giden yolu yüce Rabbimiz Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha’da şöyle anlatıyor. ( 6 - Hidayet eyle bizi doğru yola. 7- kendilerine nimet verdiğin mesutların yoluna, ne gazap olunanların ne de sapkınların değil! ) bu ayetler bize iki yolun olduğunu haber veriyor. Birincisi eğri büğrü, kıvrımlı olmayan, düzgün ve doğru olan yol. Bu yolda olan yolcular bol nimetler içinde ve mesutlar. İkinci yolda olanlar ise sapkın, mutsuz ve gazap olunmayı hak etmiş durumdalar.
- Birinci yolda yürüyenler hidayete, ikinci yolu izleyenler de delalete mi sapmış oluyor.
- Birinci yolda yürüyenler Allahın c.c bilgiyle donattığı peygamberler ve onlara uyarak takip edenler. Bütün peygamberler, ümmetlerinin rol modelleridir. Çünkü insanlar ahlaki erdemleri, güzel huyları ve insani davranışları tariflerden çok fiili uygulamalardan öğrenir, kavrar ve hayatına uygular. Allah c.c insanlara kendi içlerinden ve kendi cinslerinden peygamberler göndermiştir ki ümmetlerine model olsunlar ve fiilen yol göstersinler. Hz. Muhammed Allah c.c. aldığı vahiyle bilgilendirildi. Yirmi üç sene Cebrail in rehberliğinde, Kur’an’ın ışığında doğru yolda yürüyerek, insanlara güzel model ve örnek olarak yaşadı. Kendi nefsine uygulamadığı hiçbir şeyi diğer insanların yapmasını istemedi. Kur’an’ın ilk emri ‘oku’ olduğundan Peygamber ve ashabı gelen ayetleri okuyor anlıyor ve hayatlarına uyguluyorlardı. İnsanlar ana dillerini her hangi bir kursa tabi olmadan, anne babalarını model alarak kolaylıkla öğrendikleri gibi, ilk Müslümanlar da Peygamberi kendileri için rol model edindiler. İslam dinini onunla birlikte, ona uyarak, onun rehberliğinde, kolaylıkla öğrendiler ve onu yaşar hale geldiler. O güzel insanlar, Peygamberden gördükleri, duydukları her şeyi sonraki nesillere de ulaştırdılar. Onlar hakkında Allahın Resulü:
‘Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz’ buyurmuştur. Bu hadisi şerifle de Peygamberimiz bilen, bildiğini yaşayan, gerçeğe ulaşan kişilerin de rehber olabileceğini yani hayat koçu olabileceğini bildirmiş oluyor.
Kur’an da doğru yol olarak bildirilen bu yolda yürümek için doğru olmak gerek. Yol boyunca yolcu birçok engelle karşılaşır. Nefsinin istek ve arzuları yolcu için her an engel oluşturmaktadır. Özellikle şehvet, şöhret ve servet arzusu en büyük engellerdendir. Yolcunun bu engelleri aşması için güçlü olması gerekir. Güç ise bilgi ve imandır. Bilgi ve imana yön veren ise amaçtır. Yolcu girdiği yola niçin girdiğini, amacının ne olduğunu bilmelidir. Amacı kesin kez bu yolda yürümek olan kişi nasıl başaracağını öğrenir. Başarmak için büyük mücadele verir gerektiği zaman da koç’undan yardım alır. Bu yolda acılar çekse de kendine hoş gelir. Çünkü o, her attığı adımda dosta doğru gittiğini bilir.
Yunus emre bu yolu şöyle tarif eder.
Bu yol uzaktır
Menzili çoktur
Geçidi yoktur
Derin sular var.
- Bu yolda her dileyen yürüyebilir mi?
- Savaşmayı göze alıyorsa yürüyebilir. Çünkü bu yolda savaşarak ve öğrenerek yürümek mümkün. Peygamber Efendimiz ashabıyla Bedir Savaşı’ndan dönerken
‘Küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz’ buyurunca ashabı ‘ Ya Resulallah, Medineyi düşman mı kuşattı’ diye sorduklarında, Allah Resulü, “Hayır, öyle bir savaş değil ‘nefisle savaş” der. Bu savaşı kazanmak için gerekli bilgi ve silahla donanımlı olmak gerekir.
Ben bu yolu yürümeyi düşünürken, Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad aklıma gelir. Tarık bin Ziyad ordusuyla İber yarımadası kıyılarına çıkınca, askerlerini taşıyan bütün gemileri yakmıştı. Sonrada beyaz atının üstünde askerlerine şöyle hitap ediyordu:
‘Ey insanlar kaçacak yer yok, arkanız deniz, önünüz düşman. Allah’a yemin ederim ki, sizin için doğruluk ve sabır kapısı açıktır. Şunu kesin olarak bilin ki, bu yarım adada cimrinin sofrasındaki yetimden daha yoksulsunuz. Biraz sonra düşmanınız güçlü ordu ve silahları ile karşınıza çıkacaklar. Onların yiyeceği ve yardımcıları çoktur. Sizin ise Allah’tan ve kılıcınızdan başka yardımcınız yoktur. Düşmandan alacağınız yiyecekten başka yiyeceğiniz de yoktur. Günler uzar da vazifenizi gereği gibi yapamazsanız kendinize kıymış olursunuz. Karşı tarafın kalplerine sizden korkmak yerine cesaret vermiş olursunuz. Bu zorbalara karşı cesaretle savaşarak kötü sonucu kendinizden uzaklaştırın.
Askerlerim içinde olmadığım bir tehlikeye sizleri atmıyorum. Bizzat ben başlamadan sizi savaşa sokmuyorum. Şunu iyi bilin ki, ya burada galip ilerleriz, ya da hepimiz şehit oluruz.’
Tarık bin Ziyad askerleriyle birlikte büyük bir azimle Allah Allah diyerek savaşa girmiş ve bütün İber yarımadasını fethederek Endülüs Emevi devletinin kuruluşuna vesile olmuştur.
Gerçekten bu yolda yürümek isteyen yolcuların bütün bağlarından kurtulmaları gerekir. Yolcu bir yerlere umutla bağlandığı sürece bu yolda yürümesi mümkün değildir. Bu yolda yürüyerek başarı kazananlar ‘ Yalnız Allaha kulluk edenler ve yalnız ondan yardım bekleyenlerdir.’(Fatiha suresi ayet 5)
- Bu yola giren her kişi amaçladığına ulaşır mı?
- Bu yolda ilerlemek istiyorsan Hakk’tan gayri her şeyi terk etmelisin. Sultana ulaşmayı
amaç edinir, inanır ve gereğini yaparsan mutlaka başarırsın.
- Bana ne öneriyorsun, ne yapmalıyım?
- Sana şunu yap şunu yapma diyecek durumda değilim. Yollar senin önünde, tercihini özgür iradenle yapacaksın. Çünkü tercih ettiğin yolda sen yürüyeceksin. Kararın kesin ve net olmalı.
- Kararımı verdim bu yolda yürümek istiyorum.
- Kararından dolayı seni tebrik ediyor başarılar diliyorum.
- Teşekkür ederim.
YA RAB HİDAYET EYLE BİZİ DOĞRU YOLA
Kendimi bir yol kavşağında hissediyorum. Önümde biri yukarı doğru, diğeri aşağı doğru giden iki yol var. Hangisine gideceğime karar veremiyorum. Bilgim olmayan konuda nasıl karar verebilirdim ki. Ben bunları düşünürken o gülerek beni izliyordu. Onunla bu konuyu konuşmalıydım. O’na:
- Senin bu yollar hakkında bilgin var mı?
- Yukarı doğru giden yol insanları saadete ve huzura ulaştıran yol. Aşağı doğru giden ise insanları mutsuzluğa, felakete ve bataklığa götüren yol.
- Bu yollar ve yolcuları hakkında bildiklerini bana anlatır mısın?
- Yukarıya giden yolu yüce Rabbimiz Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha’da şöyle anlatıyor. ( 6 - Hidayet eyle bizi doğru yola. 7- kendilerine nimet verdiğin mesutların yoluna, ne gazap olunanların ne de sapkınların değil! ) bu ayetler bize iki yolun olduğunu haber veriyor. Birincisi eğri büğrü, kıvrımlı olmayan, düzgün ve doğru olan yol. Bu yolda olan yolcular bol nimetler içinde ve mesutlar. İkinci yolda olanlar ise sapkın, mutsuz ve gazap olunmayı hak etmiş durumdalar.
- Birinci yolda yürüyenler hidayete, ikinci yolu izleyenler de delalete mi sapmış oluyor.
- Birinci yolda yürüyenler Allahın c.c bilgiyle donattığı peygamberler ve onlara uyarak takip edenler. Bütün peygamberler, ümmetlerinin rol modelleridir. Çünkü insanlar ahlaki erdemleri, güzel huyları ve insani davranışları tariflerden çok fiili uygulamalardan öğrenir, kavrar ve hayatına uygular. Allah c.c insanlara kendi içlerinden ve kendi cinslerinden peygamberler göndermiştir ki ümmetlerine model olsunlar ve fiilen yol göstersinler. Hz. Muhammed Allah c.c. aldığı vahiyle bilgilendirildi. Yirmi üç sene Cebrail in rehberliğinde, Kur’an’ın ışığında doğru yolda yürüyerek, insanlara güzel model ve örnek olarak yaşadı. Kendi nefsine uygulamadığı hiçbir şeyi diğer insanların yapmasını istemedi. Kur’an’ın ilk emri ‘oku’ olduğundan Peygamber ve ashabı gelen ayetleri okuyor anlıyor ve hayatlarına uyguluyorlardı. İnsanlar ana dillerini her hangi bir kursa tabi olmadan, anne babalarını model alarak kolaylıkla öğrendikleri gibi, ilk Müslümanlar da Peygamberi kendileri için rol model edindiler. İslam dinini onunla birlikte, ona uyarak, onun rehberliğinde, kolaylıkla öğrendiler ve onu yaşar hale geldiler. O güzel insanlar, Peygamberden gördükleri, duydukları her şeyi sonraki nesillere de ulaştırdılar. Onlar hakkında Allahın Resulü:
‘Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz’ buyurmuştur. Bu hadisi şerifle de Peygamberimiz bilen, bildiğini yaşayan, gerçeğe ulaşan kişilerin de rehber olabileceğini yani hayat koçu olabileceğini bildirmiş oluyor.
Kur’an da doğru yol olarak bildirilen bu yolda yürümek için doğru olmak gerek. Yol boyunca yolcu birçok engelle karşılaşır. Nefsinin istek ve arzuları yolcu için her an engel oluşturmaktadır. Özellikle şehvet, şöhret ve servet arzusu en büyük engellerdendir. Yolcunun bu engelleri aşması için güçlü olması gerekir. Güç ise bilgi ve imandır. Bilgi ve imana yön veren ise amaçtır. Yolcu girdiği yola niçin girdiğini, amacının ne olduğunu bilmelidir. Amacı kesin kez bu yolda yürümek olan kişi nasıl başaracağını öğrenir. Başarmak için büyük mücadele verir gerektiği zaman da koç’undan yardım alır. Bu yolda acılar çekse de kendine hoş gelir. Çünkü o, her attığı adımda dosta doğru gittiğini bilir.
Yunus emre bu yolu şöyle tarif eder.
Bu yol uzaktır
Menzili çoktur
Geçidi yoktur
Derin sular var.
- Bu yolda her dileyen yürüyebilir mi?
- Savaşmayı göze alıyorsa yürüyebilir. Çünkü bu yolda savaşarak ve öğrenerek yürümek mümkün. Peygamber Efendimiz ashabıyla Bedir Savaşı’ndan dönerken
‘Küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz’ buyurunca ashabı ‘ Ya Resulallah, Medineyi düşman mı kuşattı’ diye sorduklarında, Allah Resulü, “Hayır, öyle bir savaş değil ‘nefisle savaş” der. Bu savaşı kazanmak için gerekli bilgi ve silahla donanımlı olmak gerekir.
Ben bu yolu yürümeyi düşünürken, Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad aklıma gelir. Tarık bin Ziyad ordusuyla İber yarımadası kıyılarına çıkınca, askerlerini taşıyan bütün gemileri yakmıştı. Sonrada beyaz atının üstünde askerlerine şöyle hitap ediyordu:
‘Ey insanlar kaçacak yer yok, arkanız deniz, önünüz düşman. Allah’a yemin ederim ki, sizin için doğruluk ve sabır kapısı açıktır. Şunu kesin olarak bilin ki, bu yarım adada cimrinin sofrasındaki yetimden daha yoksulsunuz. Biraz sonra düşmanınız güçlü ordu ve silahları ile karşınıza çıkacaklar. Onların yiyeceği ve yardımcıları çoktur. Sizin ise Allah’tan ve kılıcınızdan başka yardımcınız yoktur. Düşmandan alacağınız yiyecekten başka yiyeceğiniz de yoktur. Günler uzar da vazifenizi gereği gibi yapamazsanız kendinize kıymış olursunuz. Karşı tarafın kalplerine sizden korkmak yerine cesaret vermiş olursunuz. Bu zorbalara karşı cesaretle savaşarak kötü sonucu kendinizden uzaklaştırın.
Askerlerim içinde olmadığım bir tehlikeye sizleri atmıyorum. Bizzat ben başlamadan sizi savaşa sokmuyorum. Şunu iyi bilin ki, ya burada galip ilerleriz, ya da hepimiz şehit oluruz.’
Tarık bin Ziyad askerleriyle birlikte büyük bir azimle Allah Allah diyerek savaşa girmiş ve bütün İber yarımadasını fethederek Endülüs Emevi devletinin kuruluşuna vesile olmuştur.
Gerçekten bu yolda yürümek isteyen yolcuların bütün bağlarından kurtulmaları gerekir. Yolcu bir yerlere umutla bağlandığı sürece bu yolda yürümesi mümkün değildir. Bu yolda yürüyerek başarı kazananlar ‘ Yalnız Allaha kulluk edenler ve yalnız ondan yardım bekleyenlerdir.’(Fatiha suresi ayet 5)
- Bu yola giren her kişi amaçladığına ulaşır mı?
- Bu yolda ilerlemek istiyorsan Hakk’tan gayri her şeyi terk etmelisin. Sultana ulaşmayı
amaç edinir, inanır ve gereğini yaparsan mutlaka başarırsın.
- Bana ne öneriyorsun, ne yapmalıyım?
- Sana şunu yap şunu yapma diyecek durumda değilim. Yollar senin önünde, tercihini özgür iradenle yapacaksın. Çünkü tercih ettiğin yolda sen yürüyeceksin. Kararın kesin ve net olmalı.
- Kararımı verdim bu yolda yürümek istiyorum.
- Kararından dolayı seni tebrik ediyor başarılar diliyorum.
- Teşekkür ederim.
Ömer Baba'nın Gündemi- Kalbine sahip olmak
Kalbine Sahip Olmak
RUHBAN HAYATI
Valizimi toparladım, yolculuğa hazırım, bir ara aynaya baktım. Beni ilgiyle takip ediyordu, ona dönerek ‘Gidiyorum, kararımı verdim’ dedim.
- Nereye gidiyorsun?
- Arkadaşımın yaylada evi var, ondan rica ettim bir müddet bana verdi. Gidip orada kalmayı düşünüyorum. Gittiğim yerde hiç kimse yok, Rabbimle yalnız kalıp ibadet ve kitap okumakla vakit geçireceğim. Her şeyden uzak bir hayat yaşamayı düşünüyorum.
- Bu düşünce tarzı doğru değil. Senden böyle bir davranış bekleyen yok ki. Neden evini, işini ve insanları terk ediyor her şeyden uzaklaşıyorsun. Sen yolda yürümesini bilmiyorsan yolun veya çevredeki insanların suçu ne.
- Çevremdeki insanlar hep dünya kazancı peşinde, hatta kimin eli kimin cebinde belli değil. Haksız kazanç mı dersin, vurgun mu dersin, yolsuzluk mu dersin, hepsi mevcut. Bu işleri yapan insanlar bırak utanmayı, kendileri gibi yaşamayanları aşağılıyorlar. Onlarla birlikte olduğum sürece bende dünyadan ve dünyevi zevklerden başka bir şey düşünemiyorum.
- Bak görüyor musun daha yola koyulmadan, kendini yargıç yerine, başkalarını suçlu sandalyesine koydun, sorgulama yaptın. Çevrende kaç tane soyguncu, kaç tane yolsuzluk yapan, kaç tane hırsızlık yapan adam tanıyorsun. Sen şimdi ruhbanlar gibi yayla evine çekilerek çile çekeceksin, ne için? Senin yaptığın bu eylemin topluma ne faydası var? Hz. Muhammed a.s. ‘İslam dininde ruhbanlık yoktur’ dediği halde senin ruhbanlar gibi yaşamayı düşünmen çok ilginç. Daha önce Allah’ın Resulü’nü kendimize örnek model almaktan bahsetmiştik. O insanlar içinde yaşadı, insanlarla iyi geçindi, insanlarda onunla iyi geçindi. O asla yalan söylemedi, kimseyi aldatmadı. Çevresindeki insanlar ona ‘Güvenilir Muhammed’ derdi. O genç yaşında ticarete başladı ve başarılı oldu. O Hatice ile evlendi, eşini çok seven ve onun haklarına saygı duyan bir eş oldu. O çocuklarına çok iyi bir baba oldu, toplumda kız çocukları aşağılanırken, O kızlarına çok değer verdi ve onları çok sevdi. Allah c.c. O kırk yaşında iken insanlar arasından seçerek elçi yaptı. O 23 yıl elçilik görevi yaptı ve kendini kimseden üstün görmedi ‘Bende sizler gibi bir beşerim ama bana vahiy geliyor’ dedi. O ümmetine imam, savaşta ordusuna komuta eden komutan ve kurduğu devletin başkanı oldu. 63 yıl insanların içinde insanlarla beraber yaşadı. İnsanların mutluluğuna da acısına da ortak oldu. Sana yaraşan da O’nu örnek alarak toplum içinde yaşamak olmalı. Bu konuda şöyle bir hikaye anlatılır:
Beldenin birinde iki kardeş yaşarmış. Bunlardan biri şehre göç etmiş ve bir ustadan ayakkabı yapmayı ve tamir etmeyi öğrenmiş. Geçimini bu işi yaparak sağlıyormuş.
Diğer kardeş ise köyde çobanlık yaparak geçimini sağlıyormuş. Yaptığı işten çok memnunmuş, çünkü vaktinin çoğunu ibadetle zikirle geçiriyormuş. Aradan yıllar geçmiş, bir gün kardeşi aklına düşmüş, gideyim de şu kardeşimi göreyim demiş. Eli boş gidilmez diyerek mendiline keçiden sağdığı sütü koyarak yola koyulmuş. Nihayet şehre varmış, kardeşinin dükkanına girmiş, selamlaşmış ve sarılmışlar. Tamirci kardeş ‘O mendilinde olan nedir?’ diye sorunca kardeşi ‘Sana taze keçi sütü getirdim’ demiş. Tamirci de ‘Öyleyse şuraya asıver, benim yapacak bazı işlerim var, onları halledince birlikte eve gider kahvaltı yaparız’ diye cevap vermiş. Biraz sonra bir hanım dükkana girmiş ve ayakkabısını tamir ettirmek istediğini söylemiş. Tamirci ‘Olur’ deyince kadın kaça yapacağını, ne zaman alması gerektiğini sorarken mendildeki süt damlamaya başlamış. Kadın gidince tamirci olan, çoban kardeşine; ‘Kardeş dağ başında insanlardan uzak yaşayıp mendile süt koymak hüner değil, hüner insanlar içinde yaşayıp kalbine sahip olmaktır’ demiş.
Benim sana tavsiyem, yaylaya gidip ruhbanlar gibi yaşayacağına, mücahede yaparak nefsini temizlemeyi öğren. İzleyeceğiniz yolda Allah yar ve yardımcınız olsun.
RUHBAN HAYATI
Valizimi toparladım, yolculuğa hazırım, bir ara aynaya baktım. Beni ilgiyle takip ediyordu, ona dönerek ‘Gidiyorum, kararımı verdim’ dedim.
- Nereye gidiyorsun?
- Arkadaşımın yaylada evi var, ondan rica ettim bir müddet bana verdi. Gidip orada kalmayı düşünüyorum. Gittiğim yerde hiç kimse yok, Rabbimle yalnız kalıp ibadet ve kitap okumakla vakit geçireceğim. Her şeyden uzak bir hayat yaşamayı düşünüyorum.
- Bu düşünce tarzı doğru değil. Senden böyle bir davranış bekleyen yok ki. Neden evini, işini ve insanları terk ediyor her şeyden uzaklaşıyorsun. Sen yolda yürümesini bilmiyorsan yolun veya çevredeki insanların suçu ne.
- Çevremdeki insanlar hep dünya kazancı peşinde, hatta kimin eli kimin cebinde belli değil. Haksız kazanç mı dersin, vurgun mu dersin, yolsuzluk mu dersin, hepsi mevcut. Bu işleri yapan insanlar bırak utanmayı, kendileri gibi yaşamayanları aşağılıyorlar. Onlarla birlikte olduğum sürece bende dünyadan ve dünyevi zevklerden başka bir şey düşünemiyorum.
- Bak görüyor musun daha yola koyulmadan, kendini yargıç yerine, başkalarını suçlu sandalyesine koydun, sorgulama yaptın. Çevrende kaç tane soyguncu, kaç tane yolsuzluk yapan, kaç tane hırsızlık yapan adam tanıyorsun. Sen şimdi ruhbanlar gibi yayla evine çekilerek çile çekeceksin, ne için? Senin yaptığın bu eylemin topluma ne faydası var? Hz. Muhammed a.s. ‘İslam dininde ruhbanlık yoktur’ dediği halde senin ruhbanlar gibi yaşamayı düşünmen çok ilginç. Daha önce Allah’ın Resulü’nü kendimize örnek model almaktan bahsetmiştik. O insanlar içinde yaşadı, insanlarla iyi geçindi, insanlarda onunla iyi geçindi. O asla yalan söylemedi, kimseyi aldatmadı. Çevresindeki insanlar ona ‘Güvenilir Muhammed’ derdi. O genç yaşında ticarete başladı ve başarılı oldu. O Hatice ile evlendi, eşini çok seven ve onun haklarına saygı duyan bir eş oldu. O çocuklarına çok iyi bir baba oldu, toplumda kız çocukları aşağılanırken, O kızlarına çok değer verdi ve onları çok sevdi. Allah c.c. O kırk yaşında iken insanlar arasından seçerek elçi yaptı. O 23 yıl elçilik görevi yaptı ve kendini kimseden üstün görmedi ‘Bende sizler gibi bir beşerim ama bana vahiy geliyor’ dedi. O ümmetine imam, savaşta ordusuna komuta eden komutan ve kurduğu devletin başkanı oldu. 63 yıl insanların içinde insanlarla beraber yaşadı. İnsanların mutluluğuna da acısına da ortak oldu. Sana yaraşan da O’nu örnek alarak toplum içinde yaşamak olmalı. Bu konuda şöyle bir hikaye anlatılır:
Beldenin birinde iki kardeş yaşarmış. Bunlardan biri şehre göç etmiş ve bir ustadan ayakkabı yapmayı ve tamir etmeyi öğrenmiş. Geçimini bu işi yaparak sağlıyormuş.
Diğer kardeş ise köyde çobanlık yaparak geçimini sağlıyormuş. Yaptığı işten çok memnunmuş, çünkü vaktinin çoğunu ibadetle zikirle geçiriyormuş. Aradan yıllar geçmiş, bir gün kardeşi aklına düşmüş, gideyim de şu kardeşimi göreyim demiş. Eli boş gidilmez diyerek mendiline keçiden sağdığı sütü koyarak yola koyulmuş. Nihayet şehre varmış, kardeşinin dükkanına girmiş, selamlaşmış ve sarılmışlar. Tamirci kardeş ‘O mendilinde olan nedir?’ diye sorunca kardeşi ‘Sana taze keçi sütü getirdim’ demiş. Tamirci de ‘Öyleyse şuraya asıver, benim yapacak bazı işlerim var, onları halledince birlikte eve gider kahvaltı yaparız’ diye cevap vermiş. Biraz sonra bir hanım dükkana girmiş ve ayakkabısını tamir ettirmek istediğini söylemiş. Tamirci ‘Olur’ deyince kadın kaça yapacağını, ne zaman alması gerektiğini sorarken mendildeki süt damlamaya başlamış. Kadın gidince tamirci olan, çoban kardeşine; ‘Kardeş dağ başında insanlardan uzak yaşayıp mendile süt koymak hüner değil, hüner insanlar içinde yaşayıp kalbine sahip olmaktır’ demiş.
Benim sana tavsiyem, yaylaya gidip ruhbanlar gibi yaşayacağına, mücahede yaparak nefsini temizlemeyi öğren. İzleyeceğiniz yolda Allah yar ve yardımcınız olsun.
Ömer Baba'nın Gündemi- Gönül aynası
GÖNÜL AYNASI
AYNALAR VE GERÇEKLER
Çevremdeki herkes sohbetlerimiz sırasında kendilerini geliştirmek ve tanımak istediklerini dile getiriyor.
‘Hayatımdaki eksiklikleri nasıl bilebilir, nasıl düzeltebilirim?’ diye soruyorlar.
Ben bu arkadaşlara nasıl yardımcı olabilirim diye aynama sordum.
- Benim tavsiyem, herkes hemen bir ayna edinsin. Aynalar gerçekleri söyler. Siz ayna ile kavgalı olmazsanız ayna sizi olduğu gibi gösterir. Ne eksik ne fazla.
- Böyle bir aynayı kim istemez. Herkes böyle bir ayna bulabilir mi? Böyle gerçekleri olduğu gibi gösterecek ayna nerede bulunur?
- Her yerde bulunabilir.
- Nasıl her yerde anlayamadım. Herhalde senin gibi camdan yapılma aynayı kastetmiyorsun değil mi?
- “İnsan insanın aynasıdır” , “Mümin müminin aynasıdır” denir. Bunu hiç duymadın mı?
- Duymasına duydum da, pek anlayamıyorum. Karşımdaki insan da benim gibi görüntüsü olan bir varlık, nasıl ayna olabilir?
- Herhangi biriyle konuşurken birden öfkelendiğin olmadı mı?
- Oldu!
- İşte sana bir ayna örneği. Seni öfkelendiren şey sana ait. Öfkelendiğiniz şey karşınızdakinin aynasından sana yansıdı. Gerçekte sen kendinde olana öfkelendin. Karşındaki adama aşağılıyor ve ona hakaretler ediyorsan iyi düşün, kime diyiyorsun? Ona mı, kendine mi? Hayır kendine söylüyorsun. Bir aynaya karşı durdun ve kötü sözleri kendine söylüyorsun.
Zaman zaman başkaları hakkında, şunlar benim hakkımda, arkamdan film çeviriyorlar, bana kumpas kuruyorlar diye düşünürsün. Bu durum seni çok endişelendirir. Huzursuz eder. Gerçekte kumpas düşünceleri sana ait. Sen kendin kumpasla ilgilenmektesin.
İyi düşün, ben senin karşındaki aynayım. İyi düşün, bana baktığında öfkeli, neşeli, mutlu veya mutsuz, çirkin veya güzel gördüğün sen değil misin? Ben mi seni mutlu veya mutsuz, öfkeli veya öfkesiz ettim yoksa bende gördüğün her halinle sen değil misin?
- Tabii ki benim.
- Hani bazen iç konuşmaların olur. “Artık bu zamanda kimseye güvenilmiyor”. Aslında güvenilmeyen kendinizsiniz. Kimsenin sana saygı duymadığından şikâyet ediyorsun. Aslında insanları adam yerine koymayan ve onlara saygı duymayan sensin.
Bazen bir adamla bir yerde karşılaşırsın, tanımadığın o adamda gıcık alırsın. Niye biliyor musun? Senin bilinçaltında hiç hoşlanmadığın, sana ait bir özelliği onda görüyorsun da bu yüzden o adama sinirleniyorsun?
- İyi ama ben bir şey anlamıyorum, göremiyorum da. Nasıl olur da aynalarla dolu bir dünyada ben bir şey göremiyorum?
- Senin görememen diğer aynaların suçu değil. Senin suçun.
- Nasıl yani?
- Şimdi benim üstümü tozla, kirle kaplasan bende bir şey görebilir misin?
- Tabi ki göremem.
- Öyle ise karşındaki aynalarda kendini görebilmek için kendi gönül aynanı temizlemen, kirlerden arındırman gerekir.
Hemen gönül aynanı temizlemeye koyulmalısın. Bu büyük çaba ve emek ister. Sabırla, gayretle mutlaka gönül aynasını saflaştırırsın. İyice anlaman için sana Mevlana’nın Mesnevi’sinden bir hikâye anlatayım.
Günün birinde Çin’den ressamlar gelir, sultanın sarayına. “Türk ressamlarla yarışmak istiyoruz” derler. Kendi sanatlarını, hünerlerini, överek anlatırlar. Sultan da biraz düşündükten sonra yarışmayı uygun bulur. Etrafa, ‘Kim yarışmak isterse gelsin’ diye haber salar. Türklerden de hünerli ressamlar toplanıp gelirler.
Sarayın büyükçe bir salonu perde ile ikiye bölünür. Salonun bir duvarına Çinliler diğerine Türkler resim yapacaklardır. Bir ay müddet verirler. Bir ay sonra perde kaldırılacak kim daha iyi yapmışsa ödülü o alacaktır.
Çinliler bir nakış gibi duvarı süslerler. Çok güzel resimler yaparlar. Türkler ise sadece duvarlarını cila yapar, ayna gibi parlatırlar. Nihayet verilen süre dolar. Sultan ve adamları salona girerler. Çinliler çok harika yapmışlardır, hayran kalırlar. Çinliler’i tebrik ederler. Sonra perde kaldırılır. Sultan ve yanındakiler karşı duvara baktıklarında Çinliler’in yapmış olduğu resmin daha parlağı ve canlısını o duvarda görürler. Böylece yarışmayı duvarı cilalayanlar kazanır. Sultan her iki tarafı da ödüllendirir.
Bizimde kalbimizi kirlerden arındırıp saflaştırmamız gerekiyor. İnşallah başarırız.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
AYNALAR VE GERÇEKLER
Çevremdeki herkes sohbetlerimiz sırasında kendilerini geliştirmek ve tanımak istediklerini dile getiriyor.
‘Hayatımdaki eksiklikleri nasıl bilebilir, nasıl düzeltebilirim?’ diye soruyorlar.
Ben bu arkadaşlara nasıl yardımcı olabilirim diye aynama sordum.
- Benim tavsiyem, herkes hemen bir ayna edinsin. Aynalar gerçekleri söyler. Siz ayna ile kavgalı olmazsanız ayna sizi olduğu gibi gösterir. Ne eksik ne fazla.
- Böyle bir aynayı kim istemez. Herkes böyle bir ayna bulabilir mi? Böyle gerçekleri olduğu gibi gösterecek ayna nerede bulunur?
- Her yerde bulunabilir.
- Nasıl her yerde anlayamadım. Herhalde senin gibi camdan yapılma aynayı kastetmiyorsun değil mi?
- “İnsan insanın aynasıdır” , “Mümin müminin aynasıdır” denir. Bunu hiç duymadın mı?
- Duymasına duydum da, pek anlayamıyorum. Karşımdaki insan da benim gibi görüntüsü olan bir varlık, nasıl ayna olabilir?
- Herhangi biriyle konuşurken birden öfkelendiğin olmadı mı?
- Oldu!
- İşte sana bir ayna örneği. Seni öfkelendiren şey sana ait. Öfkelendiğiniz şey karşınızdakinin aynasından sana yansıdı. Gerçekte sen kendinde olana öfkelendin. Karşındaki adama aşağılıyor ve ona hakaretler ediyorsan iyi düşün, kime diyiyorsun? Ona mı, kendine mi? Hayır kendine söylüyorsun. Bir aynaya karşı durdun ve kötü sözleri kendine söylüyorsun.
Zaman zaman başkaları hakkında, şunlar benim hakkımda, arkamdan film çeviriyorlar, bana kumpas kuruyorlar diye düşünürsün. Bu durum seni çok endişelendirir. Huzursuz eder. Gerçekte kumpas düşünceleri sana ait. Sen kendin kumpasla ilgilenmektesin.
İyi düşün, ben senin karşındaki aynayım. İyi düşün, bana baktığında öfkeli, neşeli, mutlu veya mutsuz, çirkin veya güzel gördüğün sen değil misin? Ben mi seni mutlu veya mutsuz, öfkeli veya öfkesiz ettim yoksa bende gördüğün her halinle sen değil misin?
- Tabii ki benim.
- Hani bazen iç konuşmaların olur. “Artık bu zamanda kimseye güvenilmiyor”. Aslında güvenilmeyen kendinizsiniz. Kimsenin sana saygı duymadığından şikâyet ediyorsun. Aslında insanları adam yerine koymayan ve onlara saygı duymayan sensin.
Bazen bir adamla bir yerde karşılaşırsın, tanımadığın o adamda gıcık alırsın. Niye biliyor musun? Senin bilinçaltında hiç hoşlanmadığın, sana ait bir özelliği onda görüyorsun da bu yüzden o adama sinirleniyorsun?
- İyi ama ben bir şey anlamıyorum, göremiyorum da. Nasıl olur da aynalarla dolu bir dünyada ben bir şey göremiyorum?
- Senin görememen diğer aynaların suçu değil. Senin suçun.
- Nasıl yani?
- Şimdi benim üstümü tozla, kirle kaplasan bende bir şey görebilir misin?
- Tabi ki göremem.
- Öyle ise karşındaki aynalarda kendini görebilmek için kendi gönül aynanı temizlemen, kirlerden arındırman gerekir.
Hemen gönül aynanı temizlemeye koyulmalısın. Bu büyük çaba ve emek ister. Sabırla, gayretle mutlaka gönül aynasını saflaştırırsın. İyice anlaman için sana Mevlana’nın Mesnevi’sinden bir hikâye anlatayım.
Günün birinde Çin’den ressamlar gelir, sultanın sarayına. “Türk ressamlarla yarışmak istiyoruz” derler. Kendi sanatlarını, hünerlerini, överek anlatırlar. Sultan da biraz düşündükten sonra yarışmayı uygun bulur. Etrafa, ‘Kim yarışmak isterse gelsin’ diye haber salar. Türklerden de hünerli ressamlar toplanıp gelirler.
Sarayın büyükçe bir salonu perde ile ikiye bölünür. Salonun bir duvarına Çinliler diğerine Türkler resim yapacaklardır. Bir ay müddet verirler. Bir ay sonra perde kaldırılacak kim daha iyi yapmışsa ödülü o alacaktır.
Çinliler bir nakış gibi duvarı süslerler. Çok güzel resimler yaparlar. Türkler ise sadece duvarlarını cila yapar, ayna gibi parlatırlar. Nihayet verilen süre dolar. Sultan ve adamları salona girerler. Çinliler çok harika yapmışlardır, hayran kalırlar. Çinliler’i tebrik ederler. Sonra perde kaldırılır. Sultan ve yanındakiler karşı duvara baktıklarında Çinliler’in yapmış olduğu resmin daha parlağı ve canlısını o duvarda görürler. Böylece yarışmayı duvarı cilalayanlar kazanır. Sultan her iki tarafı da ödüllendirir.
Bizimde kalbimizi kirlerden arındırıp saflaştırmamız gerekiyor. İnşallah başarırız.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
Ömer Baba - Nefsini Temizlemek
Nefsini Temizlemek
RUHBAN HAYATI
Valizimi toparladım, yolculuğa hazırım, bir ara aynaya baktım. Beni ilgiyle takip ediyordu, ona dönerek ‘Gidiyorum, kararımı verdim’ dedim.
- Nereye gidiyorsun?
- Arkadaşımın yaylada evi var, ondan rica ettim bir müddet bana verdi. Gidip orada kalmayı düşünüyorum. Gittiğim yerde hiç kimse yok, Rabbimle yalnız kalıp ibadet ve kitap okumakla vakit geçireceğim. Her şeyden uzak bir hayat yaşamayı düşünüyorum.
- Bu düşünce tarzı doğru değil. Senden böyle bir davranış bekleyen yok ki. Neden evini, işini ve insanları terk ediyor her şeyden uzaklaşıyorsun. Sen yolda yürümesini bilmiyorsan yolun veya çevredeki insanların suçu ne.
- Çevremdeki insanlar hep dünya kazancı peşinde, hatta kimin eli kimin cebinde belli değil. Haksız kazanç mı dersin, vurgun mu dersin, yolsuzluk mu dersin, hepsi mevcut. Bu işleri yapan insanlar bırak utanmayı, kendileri gibi yaşamayanları aşağılıyorlar. Onlarla birlikte olduğum sürece bende dünyadan ve dünyevi zevklerden başka bir şey düşünemiyorum.
- Bak görüyor musun daha yola koyulmadan, kendini yargıç yerine, başkalarını suçlu sandalyesine koydun, sorgulama yaptın. Çevrende kaç tane soyguncu, kaç tane yolsuzluk yapan, kaç tane hırsızlık yapan adam tanıyorsun. Sen şimdi ruhbanlar gibi yayla evine çekilerek çile çekeceksin, ne için? Senin yaptığın bu eylemin topluma ne faydası var? Hz. Muhammed a.s. ‘İslam dininde ruhbanlık yoktur’ dediği halde senin ruhbanlar gibi yaşamayı düşünmen çok ilginç. Daha önce Allah’ın Resulü’nü kendimize örnek model almaktan bahsetmiştik. O insanlar içinde yaşadı, insanlarla iyi geçindi, insanlarda onunla iyi geçindi. O asla yalan söylemedi, kimseyi aldatmadı. Çevresindeki insanlar ona ‘Güvenilir Muhammed’ derdi. O genç yaşında ticarete başladı ve başarılı oldu. O Hatice ile evlendi, eşini çok seven ve onun haklarına saygı duyan bir eş oldu. O çocuklarına çok iyi bir baba oldu, toplumda kız çocukları aşağılanırken, O kızlarına çok değer verdi ve onları çok sevdi. Allah c.c. O kırk yaşında iken insanlar arasından seçerek elçi yaptı. O 23 yıl elçilik görevi yaptı ve kendini kimseden üstün görmedi ‘Bende sizler gibi bir beşerim ama bana vahiy geliyor’ dedi. O ümmetine imam, savaşta ordusuna komuta eden komutan ve kurduğu devletin başkanı oldu. 63 yıl insanların içinde insanlarla beraber yaşadı. İnsanların mutluluğuna da acısına da ortak oldu. Sana yaraşan da O’nu örnek alarak toplum içinde yaşamak olmalı. Bu konuda şöyle bir hikaye anlatılır:
Beldenin birinde iki kardeş yaşarmış. Bunlardan biri şehre göç etmiş ve bir ustadan ayakkabı yapmayı ve tamir etmeyi öğrenmiş. Geçimini bu işi yaparak sağlıyormuş.
Diğer kardeş ise köyde çobanlık yaparak geçimini sağlıyormuş. Yaptığı işten çok memnunmuş, çünkü vaktinin çoğunu ibadetle zikirle geçiriyormuş. Aradan yıllar geçmiş, bir gün kardeşi aklına düşmüş, gideyim de şu kardeşimi göreyim demiş. Eli boş gidilmez diyerek mendiline keçiden sağdığı sütü koyarak yola koyulmuş. Nihayet şehre varmış, kardeşinin dükkanına girmiş, selamlaşmış ve sarılmışlar. Tamirci kardeş ‘O mendilinde olan nedir?’ diye sorunca kardeşi ‘Sana taze keçi sütü getirdim’ demiş. Tamirci de ‘Öyleyse şuraya asıver, benim yapacak bazı işlerim var, onları halledince birlikte eve gider kahvaltı yaparız’ diye cevap vermiş. Biraz sonra bir hanım dükkana girmiş ve ayakkabısını tamir ettirmek istediğini söylemiş. Tamirci ‘Olur’ deyince kadın kaça yapacağını, ne zaman alması gerektiğini sorarken mendildeki süt damlamaya başlamış. Kadın gidince tamirci olan, çoban kardeşine; ‘Kardeş dağ başında insanlardan uzak yaşayıp mendile süt koymak hüner değil, hüner insanlar içinde yaşayıp kalbine sahip olmaktır’ demiş.
Benim sana tavsiyem, yaylaya gidip ruhbanlar gibi yaşayacağına, mücahede yaparak nefsini temizlemeyi öğren. İzleyeceğiniz yolda Allah yar ve yardımcınız olsun.
RUHBAN HAYATI
Valizimi toparladım, yolculuğa hazırım, bir ara aynaya baktım. Beni ilgiyle takip ediyordu, ona dönerek ‘Gidiyorum, kararımı verdim’ dedim.
- Nereye gidiyorsun?
- Arkadaşımın yaylada evi var, ondan rica ettim bir müddet bana verdi. Gidip orada kalmayı düşünüyorum. Gittiğim yerde hiç kimse yok, Rabbimle yalnız kalıp ibadet ve kitap okumakla vakit geçireceğim. Her şeyden uzak bir hayat yaşamayı düşünüyorum.
- Bu düşünce tarzı doğru değil. Senden böyle bir davranış bekleyen yok ki. Neden evini, işini ve insanları terk ediyor her şeyden uzaklaşıyorsun. Sen yolda yürümesini bilmiyorsan yolun veya çevredeki insanların suçu ne.
- Çevremdeki insanlar hep dünya kazancı peşinde, hatta kimin eli kimin cebinde belli değil. Haksız kazanç mı dersin, vurgun mu dersin, yolsuzluk mu dersin, hepsi mevcut. Bu işleri yapan insanlar bırak utanmayı, kendileri gibi yaşamayanları aşağılıyorlar. Onlarla birlikte olduğum sürece bende dünyadan ve dünyevi zevklerden başka bir şey düşünemiyorum.
- Bak görüyor musun daha yola koyulmadan, kendini yargıç yerine, başkalarını suçlu sandalyesine koydun, sorgulama yaptın. Çevrende kaç tane soyguncu, kaç tane yolsuzluk yapan, kaç tane hırsızlık yapan adam tanıyorsun. Sen şimdi ruhbanlar gibi yayla evine çekilerek çile çekeceksin, ne için? Senin yaptığın bu eylemin topluma ne faydası var? Hz. Muhammed a.s. ‘İslam dininde ruhbanlık yoktur’ dediği halde senin ruhbanlar gibi yaşamayı düşünmen çok ilginç. Daha önce Allah’ın Resulü’nü kendimize örnek model almaktan bahsetmiştik. O insanlar içinde yaşadı, insanlarla iyi geçindi, insanlarda onunla iyi geçindi. O asla yalan söylemedi, kimseyi aldatmadı. Çevresindeki insanlar ona ‘Güvenilir Muhammed’ derdi. O genç yaşında ticarete başladı ve başarılı oldu. O Hatice ile evlendi, eşini çok seven ve onun haklarına saygı duyan bir eş oldu. O çocuklarına çok iyi bir baba oldu, toplumda kız çocukları aşağılanırken, O kızlarına çok değer verdi ve onları çok sevdi. Allah c.c. O kırk yaşında iken insanlar arasından seçerek elçi yaptı. O 23 yıl elçilik görevi yaptı ve kendini kimseden üstün görmedi ‘Bende sizler gibi bir beşerim ama bana vahiy geliyor’ dedi. O ümmetine imam, savaşta ordusuna komuta eden komutan ve kurduğu devletin başkanı oldu. 63 yıl insanların içinde insanlarla beraber yaşadı. İnsanların mutluluğuna da acısına da ortak oldu. Sana yaraşan da O’nu örnek alarak toplum içinde yaşamak olmalı. Bu konuda şöyle bir hikaye anlatılır:
Beldenin birinde iki kardeş yaşarmış. Bunlardan biri şehre göç etmiş ve bir ustadan ayakkabı yapmayı ve tamir etmeyi öğrenmiş. Geçimini bu işi yaparak sağlıyormuş.
Diğer kardeş ise köyde çobanlık yaparak geçimini sağlıyormuş. Yaptığı işten çok memnunmuş, çünkü vaktinin çoğunu ibadetle zikirle geçiriyormuş. Aradan yıllar geçmiş, bir gün kardeşi aklına düşmüş, gideyim de şu kardeşimi göreyim demiş. Eli boş gidilmez diyerek mendiline keçiden sağdığı sütü koyarak yola koyulmuş. Nihayet şehre varmış, kardeşinin dükkanına girmiş, selamlaşmış ve sarılmışlar. Tamirci kardeş ‘O mendilinde olan nedir?’ diye sorunca kardeşi ‘Sana taze keçi sütü getirdim’ demiş. Tamirci de ‘Öyleyse şuraya asıver, benim yapacak bazı işlerim var, onları halledince birlikte eve gider kahvaltı yaparız’ diye cevap vermiş. Biraz sonra bir hanım dükkana girmiş ve ayakkabısını tamir ettirmek istediğini söylemiş. Tamirci ‘Olur’ deyince kadın kaça yapacağını, ne zaman alması gerektiğini sorarken mendildeki süt damlamaya başlamış. Kadın gidince tamirci olan, çoban kardeşine; ‘Kardeş dağ başında insanlardan uzak yaşayıp mendile süt koymak hüner değil, hüner insanlar içinde yaşayıp kalbine sahip olmaktır’ demiş.
Benim sana tavsiyem, yaylaya gidip ruhbanlar gibi yaşayacağına, mücahede yaparak nefsini temizlemeyi öğren. İzleyeceğiniz yolda Allah yar ve yardımcınız olsun.
57. Bölüm- Alınan Bir Nefes Varsa, O Nefeste Umut Vardır
Gönül’ün ölümünden sonra dış dünyayla bağlantısını tamamen kopartan Hikmet; Ömer Babanın vicdan sofrasının misafiridir. İçten içe her şeye ve herkese karşı duyduğu o derin öfke; o can acıtma arzusu bu kez ailenin yeni gelini Ebru’nun hassas ruh dünyasına onulmaz bir gölge düşürecek; yaşadığı talihsizlikten sonra dışlandığını düşünen Erhan ise bu tavır karşısında iyiden iyiye tedirgin olacaktır. Ailenin sağduyu timsali Ömer Baba ise bu isyan karşısında yine derin düşüncelere dalacak ve Hikmet için; ilahi bir mana incisi çıkartacaktır:
ÖMER: Çağırmasak da geleceğin yok hikmet evladım.
HİKMET: Meşgulüm ömer baba.
ÖMER: Ne ile meşgulsün evladım?
HİKMET: Kendimle meşgulüm…
ÖMER: Büyük meşguliyet de evladım, bu davaları okuyorsundur gazetelerde, ne diyorsun o işlere?
HİKMET: Hiiiiç kusura bakma Ömer baba, ben zamanında diyeceğimi dedim? O toplara girmem!
NAZİFE: Yani çocuk kendimle meşgulüm diyor, sen dava diyorsun bey!
ÖMER: Hikmet’in davası bütün davalardan zor ben de o toplara girmem hanım!
NAZİFE: Aman girme… Kızım bir daha ara…
EBRU: Aramaya gerek yok anne gelmeyecek Polat…
NAZİFE: Akşam yemeği yemeyecek mi bu çocuk?
ERHAN: Hiç bana bakma Nazife anne ben de malülen emekli oldum ıskartaya çıktım, bana da kimse bir şey söylemiyor!
ÖMER: Bu hayatta ıskartaya çıkmak diye bir şey yoktur evladım… Herkes son nefesini verene kadar bir şeye hizmet edecek…
HİKMET: Mecbur muyuz Ömer baba? Sen insanları seviyorsun hizmet et, hayra geç!
ÖMER: Ben hayra hizmet edecek demedim evladım, ya hayra ya şerre ama muhakkak bir şeye hizmet edecek!
HİKMET: Benim karımın gözleri görmüyordu, ben de ona hizmet ediyordum… Bundan da hiç şikayetçi değildim… Karımı geri versinler yine hizmet edeyim Ömer baba! Yok vermiyorlarsa son nefesimi alsınlar ettiğim hizmetle gideyim!
ÖMER: Ya o da olmuyorsa evladım?
HİKMET: O zaman ben de kendimi uyuşturur bi köşede otururum!
NAZİFE: Gelinimin yanında konuştuklarınıza bakın… Kızcağız diyecek ki bu evde bir tane normal insan yok mu?
EBRU: Olur mu öyle şey anne?
HİKMET: Olur bacım olur, yarın öbür gün kocanın başına bişey gelirse unutma hizmete devam…
ÖMER: Evladım… Her canı yanan birinin canını yakmak zorunda değildir… Her isyan eden başkasını isyana götürmek zorunda değildir. Her insan zaman zaman sıkıntıya düşer… kendisini umutsuz, çaresiz, terk edilmiş, işe yaramaz görür, böyle hissedebilir. Ama hakikat farklıdır. Alınan bir nefes varsa, o nefeste umut vardır, çare vardır…
ÖMER: Çağırmasak da geleceğin yok hikmet evladım.
HİKMET: Meşgulüm ömer baba.
ÖMER: Ne ile meşgulsün evladım?
HİKMET: Kendimle meşgulüm…
ÖMER: Büyük meşguliyet de evladım, bu davaları okuyorsundur gazetelerde, ne diyorsun o işlere?
HİKMET: Hiiiiç kusura bakma Ömer baba, ben zamanında diyeceğimi dedim? O toplara girmem!
NAZİFE: Yani çocuk kendimle meşgulüm diyor, sen dava diyorsun bey!
ÖMER: Hikmet’in davası bütün davalardan zor ben de o toplara girmem hanım!
NAZİFE: Aman girme… Kızım bir daha ara…
EBRU: Aramaya gerek yok anne gelmeyecek Polat…
NAZİFE: Akşam yemeği yemeyecek mi bu çocuk?
ERHAN: Hiç bana bakma Nazife anne ben de malülen emekli oldum ıskartaya çıktım, bana da kimse bir şey söylemiyor!
ÖMER: Bu hayatta ıskartaya çıkmak diye bir şey yoktur evladım… Herkes son nefesini verene kadar bir şeye hizmet edecek…
HİKMET: Mecbur muyuz Ömer baba? Sen insanları seviyorsun hizmet et, hayra geç!
ÖMER: Ben hayra hizmet edecek demedim evladım, ya hayra ya şerre ama muhakkak bir şeye hizmet edecek!
HİKMET: Benim karımın gözleri görmüyordu, ben de ona hizmet ediyordum… Bundan da hiç şikayetçi değildim… Karımı geri versinler yine hizmet edeyim Ömer baba! Yok vermiyorlarsa son nefesimi alsınlar ettiğim hizmetle gideyim!
ÖMER: Ya o da olmuyorsa evladım?
HİKMET: O zaman ben de kendimi uyuşturur bi köşede otururum!
NAZİFE: Gelinimin yanında konuştuklarınıza bakın… Kızcağız diyecek ki bu evde bir tane normal insan yok mu?
EBRU: Olur mu öyle şey anne?
HİKMET: Olur bacım olur, yarın öbür gün kocanın başına bişey gelirse unutma hizmete devam…
ÖMER: Evladım… Her canı yanan birinin canını yakmak zorunda değildir… Her isyan eden başkasını isyana götürmek zorunda değildir. Her insan zaman zaman sıkıntıya düşer… kendisini umutsuz, çaresiz, terk edilmiş, işe yaramaz görür, böyle hissedebilir. Ama hakikat farklıdır. Alınan bir nefes varsa, o nefeste umut vardır, çare vardır…
Ömer Baba'nın Gündemi- Küçük Uyarı, Büyük Ders
KÜÇÜK UYARI, BÜYÜK DERS
Gölgesinde Oturduğunuz Ağacın Dallarını Kesmeyin
Bir adam çölde yolunu kaybetti. Sıcaktan ve susuzluktan dudakları çatladı. Ayakları artık kendisini taşımıyordu. Birkaç kez düştü ve zorlukla yerinden kalkabildi. Önündeki tümseği aşınca gözüne bir ağaç göründü. Önce, ‘Acaba serap mı görüyorum?’ diye düşündü. Gözlerini birkaç kez sildikten sonra serap olmadığını anladı. Son gücünü kullanarak ağaca doğru yürüdü ve gölgesine sığındı, rahatladı. Kendine gelince yakınında bir kuyu olduğunu fark etti. Kuyudan su çekerek içti ve ağacın gölgesinde tekrar uzandı. Bu arada ağacı incelemeye başladı. Ağaç gövdesi kalın, güçlü, çok dallı ve geniş yapraklıydı. Ağacın var oluş serüvenini düşündü. Bu ağacın aslı bir tohumcuktu. Toprağa düşen tohum, toprağı yırtarak çıkmış yeşermişti. Hiç şüphe yok ki o önce fidan, sonra bu koca ağaç haline gelinceye kadar çok mücadeleler vermişti. Ağaç çölde yalnızdı. Adam şöyle düşünmeye başladı, şimdi ben varım yanında. Hiç şüphe yok ki, benden önce başka insanlar da bu ağacın gölgesinde oturup dinlenmiş ve sonradan yollarına devam etmişlerdi. Ağaç burada hep yalnız mı kalıyordu. Adam ağaca biraz daha yaklaştı, dallarına doğru baktı. Ağacın dallarında birçok kuşun var olduğunu gördü. İçinden, ‘Onlar da uçar gider kalıcı değiller’ diye düşündü. Ağacın gövdesine baktı sayısızca karıncanın hareket halinde olduğunu, kiminin yukarı kiminin aşağı doğru yürüyerek yuvalarına yiyecek taşıdığını gördü. Birden gözüne birkaç kertenkele ilişti, onlar da ağaçta yerlerini almıştı. İnceledikçe küçük kurtçukları gördü. Sayısızca varlığın o ağaç gölgesinde ve gövdesinde barındığını fark etti. Toprağı karıştırdı, toprak içinde de solucanların yaşadığını gördü. Bir ağaç ama çevresinde barınan milyonlarca, belki milyarlarca varlık. ‘Çevreye faydalı olmak bu olsa gerek’ dedi. Babasının her zaman söylediği ‘Gölgesinde oturduğun ağacın dallarını kesme’ sözünü hatırladı.
Çölde gölgesinde oturulan ağaç ne kadar kıymetli ise, gölgesinde barındığımız anne ve babamız da o kadar kıymetlidir. Her genç düşünmeli; benim annem babam da bir zamanlar gençti. Annem ve babam evlenerek birçok zorluklara birlikte katlandılar. Yaşadıkları birçok zorluğa rağmen ayakta kalmayı başardılar. Ben ve kardeşlerim onların sayesinde dünyaya geldik. Bizim iyi yetişmemiz için çok fedakârlıklara katlandılar. Hep verdiler, almayı hiç düşünmediler.
Maalesef günümüzde bazı gençler anne, babasına isyan ediyor. “Annem veya babam benim her şeyime karışıyor. Özgürce yaşamama engel oluyor. Gençlik halinden hiç anlamıyorlar. Hatta bazen ‘Bu sana son uyarımız, sakın bir daha yapayım deme” diye bağırıp çağırıyorlar. Bazı gençler de bu uyarı üzerine evlerini terk etmeyi bile göze alıyor.
Bütün canlılarla konuşan ve dillerinden anlayan Süleyman Peygamber, su kenarında dostları ile birlikte oturuyordu. O sırada bir saman çöpünü kendine kayık yapan ve onunla suyun üstünde gezinen bir karınca gördü. Kıyıda ise o karıncanın babası vardı.
Baba “ Bak evladım şu su kıyısına kümelenmiş saman çöplerine güvenme. Aniden gelen bir dalga onların her birini başka yere dağıtır. Senin tedbirli olman gerekir. Lütfen ayakların yere bastığı yerde kal. Suda sallantı halinde olan ve idaresi senin elinde olmayan saman çöpüne güvenme, seni felakete götürür” der.
Karınca yavrusu babasının bu güzel sözlerine karşılık, “Böyle güzel bir havada sandalla safa sürmek varken, gelecek dalgayı ve tufanı ihtiyarlıktan içi geçmişler düşünür. Ben gencim ve güçlüyüm. Her durumda kendimi kurtarabilirim” der.
Bu sırada suya atlayan bir kurbağanın suda yaptığı çalkantı, küçük saman çöpünü karınca yavrusu ile beraber kıyıya atıverir.
Baba karınca sert çıkışır:
- Bak işte sana ilk uyarı, iyi bir tesadüfle kıyıya kadar geldin. Eğer daha büyük bir dalga olsa seni sandal yaptığın saman çöpünden alıp götürürdü.
Yavru karınca itiraz eder:
- Olmamış işler için ‘ya olursa’ diye endişelenmek ve zevkli yaşamayı terk etmek ancak budalaların işidir.
Süleyman Peygamber bu gördükleri ve duydukları karşısında seslice güler. Dostları niçin güldüğünü sorunca, duyduklarını ve gördüklerini anlatır.
Gençler! Küçük uyarılardan büyük dersler almalı, hata yapmakta inatçı olmamalısınız. Felaket ve başarının sebebini anlayarak hayatınızın akış şeklini değiştirin. Felaketin sebebini görebilirseniz, aynı felaketle asla bir daha karşılaşmak istemezsiniz. Çamurlu yolda yürüyen birinin ayağı bir yerde çukura batmışsa, aynı yerden tekrar geçtiğinde, adımını nereye basıp basmayacağını öğrenememişse beline kadar batar. Her tecrübeyi kendiniz yaşayacağınıza büyüklerinizin tecrübelerinden faydalanmalısınız. Gitmekte olduğunuz yoldan, onların gelmekte olduğunu sakın unutmayın.
“Ululanmak istiyorsanız ulu sözü dinleyiniz.”
Allah yar ve yardımcınız olsun.
Gölgesinde Oturduğunuz Ağacın Dallarını Kesmeyin
Bir adam çölde yolunu kaybetti. Sıcaktan ve susuzluktan dudakları çatladı. Ayakları artık kendisini taşımıyordu. Birkaç kez düştü ve zorlukla yerinden kalkabildi. Önündeki tümseği aşınca gözüne bir ağaç göründü. Önce, ‘Acaba serap mı görüyorum?’ diye düşündü. Gözlerini birkaç kez sildikten sonra serap olmadığını anladı. Son gücünü kullanarak ağaca doğru yürüdü ve gölgesine sığındı, rahatladı. Kendine gelince yakınında bir kuyu olduğunu fark etti. Kuyudan su çekerek içti ve ağacın gölgesinde tekrar uzandı. Bu arada ağacı incelemeye başladı. Ağaç gövdesi kalın, güçlü, çok dallı ve geniş yapraklıydı. Ağacın var oluş serüvenini düşündü. Bu ağacın aslı bir tohumcuktu. Toprağa düşen tohum, toprağı yırtarak çıkmış yeşermişti. Hiç şüphe yok ki o önce fidan, sonra bu koca ağaç haline gelinceye kadar çok mücadeleler vermişti. Ağaç çölde yalnızdı. Adam şöyle düşünmeye başladı, şimdi ben varım yanında. Hiç şüphe yok ki, benden önce başka insanlar da bu ağacın gölgesinde oturup dinlenmiş ve sonradan yollarına devam etmişlerdi. Ağaç burada hep yalnız mı kalıyordu. Adam ağaca biraz daha yaklaştı, dallarına doğru baktı. Ağacın dallarında birçok kuşun var olduğunu gördü. İçinden, ‘Onlar da uçar gider kalıcı değiller’ diye düşündü. Ağacın gövdesine baktı sayısızca karıncanın hareket halinde olduğunu, kiminin yukarı kiminin aşağı doğru yürüyerek yuvalarına yiyecek taşıdığını gördü. Birden gözüne birkaç kertenkele ilişti, onlar da ağaçta yerlerini almıştı. İnceledikçe küçük kurtçukları gördü. Sayısızca varlığın o ağaç gölgesinde ve gövdesinde barındığını fark etti. Toprağı karıştırdı, toprak içinde de solucanların yaşadığını gördü. Bir ağaç ama çevresinde barınan milyonlarca, belki milyarlarca varlık. ‘Çevreye faydalı olmak bu olsa gerek’ dedi. Babasının her zaman söylediği ‘Gölgesinde oturduğun ağacın dallarını kesme’ sözünü hatırladı.
Çölde gölgesinde oturulan ağaç ne kadar kıymetli ise, gölgesinde barındığımız anne ve babamız da o kadar kıymetlidir. Her genç düşünmeli; benim annem babam da bir zamanlar gençti. Annem ve babam evlenerek birçok zorluklara birlikte katlandılar. Yaşadıkları birçok zorluğa rağmen ayakta kalmayı başardılar. Ben ve kardeşlerim onların sayesinde dünyaya geldik. Bizim iyi yetişmemiz için çok fedakârlıklara katlandılar. Hep verdiler, almayı hiç düşünmediler.
Maalesef günümüzde bazı gençler anne, babasına isyan ediyor. “Annem veya babam benim her şeyime karışıyor. Özgürce yaşamama engel oluyor. Gençlik halinden hiç anlamıyorlar. Hatta bazen ‘Bu sana son uyarımız, sakın bir daha yapayım deme” diye bağırıp çağırıyorlar. Bazı gençler de bu uyarı üzerine evlerini terk etmeyi bile göze alıyor.
Bütün canlılarla konuşan ve dillerinden anlayan Süleyman Peygamber, su kenarında dostları ile birlikte oturuyordu. O sırada bir saman çöpünü kendine kayık yapan ve onunla suyun üstünde gezinen bir karınca gördü. Kıyıda ise o karıncanın babası vardı.
Baba “ Bak evladım şu su kıyısına kümelenmiş saman çöplerine güvenme. Aniden gelen bir dalga onların her birini başka yere dağıtır. Senin tedbirli olman gerekir. Lütfen ayakların yere bastığı yerde kal. Suda sallantı halinde olan ve idaresi senin elinde olmayan saman çöpüne güvenme, seni felakete götürür” der.
Karınca yavrusu babasının bu güzel sözlerine karşılık, “Böyle güzel bir havada sandalla safa sürmek varken, gelecek dalgayı ve tufanı ihtiyarlıktan içi geçmişler düşünür. Ben gencim ve güçlüyüm. Her durumda kendimi kurtarabilirim” der.
Bu sırada suya atlayan bir kurbağanın suda yaptığı çalkantı, küçük saman çöpünü karınca yavrusu ile beraber kıyıya atıverir.
Baba karınca sert çıkışır:
- Bak işte sana ilk uyarı, iyi bir tesadüfle kıyıya kadar geldin. Eğer daha büyük bir dalga olsa seni sandal yaptığın saman çöpünden alıp götürürdü.
Yavru karınca itiraz eder:
- Olmamış işler için ‘ya olursa’ diye endişelenmek ve zevkli yaşamayı terk etmek ancak budalaların işidir.
Süleyman Peygamber bu gördükleri ve duydukları karşısında seslice güler. Dostları niçin güldüğünü sorunca, duyduklarını ve gördüklerini anlatır.
Gençler! Küçük uyarılardan büyük dersler almalı, hata yapmakta inatçı olmamalısınız. Felaket ve başarının sebebini anlayarak hayatınızın akış şeklini değiştirin. Felaketin sebebini görebilirseniz, aynı felaketle asla bir daha karşılaşmak istemezsiniz. Çamurlu yolda yürüyen birinin ayağı bir yerde çukura batmışsa, aynı yerden tekrar geçtiğinde, adımını nereye basıp basmayacağını öğrenememişse beline kadar batar. Her tecrübeyi kendiniz yaşayacağınıza büyüklerinizin tecrübelerinden faydalanmalısınız. Gitmekte olduğunuz yoldan, onların gelmekte olduğunu sakın unutmayın.
“Ululanmak istiyorsanız ulu sözü dinleyiniz.”
Allah yar ve yardımcınız olsun.
58. Bölüm- Ömer Baba, Nazife Ana, Ebru Diyaloğu
Nazife ana; iyileşir iyileşmez kurulmasına birinci derecede vesile olduğu yeni aileye dair Ebru’ya sorular sormaya başlar. Polat iki gündür eve gitmemektedir ama Ebru bundan bahsederek Polat ile arasındaki sorunları dışarı yansıtmak; dahası evdekileri gergin bekleyişlerin tırmandırdığı endişenin hudutlarında dolaştırmak istemez. Üzülmesine rağmen durumu kabullenmeye çalışır; susar. Lakin Ömer baba her şeyin farkındadır ve Ebru’nun devamlı içine atan halini seyretmek ona acı vermektedir. İnsanların ancak konuşarak sorunlarını çözebileceğine inandığı için; Polat’ın anlamasını beklemek yerine rahatsız olduğu noktaları direk olarak Ebru’nun dile getirmesinin gerekli olduğuna inanır. Bu inancını dinginlik veren o değerli nasihatlerinin katresinden geçirerek yine kendi usulünce Ebru’ya sunacak; gerekli mesajları alan Ebru ise usulca başını öne eğerek susmayı seçecektir:
EBRU: İyi gidiyor anne, her şey yolunda…
NAZİFE: Kaçta geliyor eve…
EBRU: Değişiyor…
NAZİFE: Ekseri kaçta?
EBRU: Ben de işten geç çıkıyorum, aynı saatlere denk geliyor aşağı yukarı…
NAZİFE: Yani geç geliyor…
EBRU: Anne bir kaç gündür özel durum var biliyorsun, geç gelmesi normal…
NAZİFE: Kızım bitmez bu erkeklerin özel bahaneleri… Sana ana nasihati, ne kadar kabul edersen o kadar daha fazlasını ister…
EBRU: Baba ben getirseydim…
ÖMER: Yok evladım siz muhabbetinizi bölmeyin…
EBRU: Anne siz içer misiniz?
NAZİFE: Açık bir tane içerim kızım.
NAZİFE: Seninki eve geç geliyormuş…
ÖMER: Kız kibarlık ediyor sana söylemiyor… Oğlun iki gündür eve gitmiyor…
NAZİFE: Eve gitmiyor ne yapıyor bu çocuk?
ÖMER: Hanım gelininin söylenmediği hususta istersen sen oğluna söylen…
ÖMER: Babanlar alışabildi mi İstanbul’a kızım?
EBRU: Alıştılar…
ÖMER: Damatlarına alışabildiler mi?
EBRU: (gülümseyerek) Bugün araları iyi, yarın ne olur bilemem Ömer baba…
ÖMER: Anlaşırlar anlaşırlar… İnsan konuştukça; derdini ifade ettikçe, ama iyi ifade ettikçe anlaşamayacağı hiçbir konu yoktur… Bazen anlatmadan konuşmadan anlaşılmayı bekleriz… Oysa bu sevdiklerimize yaptığımız bir haksızlıktır… Enteresandır, günde beş vakit huzuruna durup ona halimizi ifade etmeye çalışırız ama Yaradan’a derdimizi aktarırken, sevdiğimizden derdimizi anlatmadan anlamasını bekleriz…
ÖMER: Paylaşmayan, ifade etmeyen anlatmayan insanın içine daima şüphe girer…
EBRU: İyi gidiyor anne, her şey yolunda…
NAZİFE: Kaçta geliyor eve…
EBRU: Değişiyor…
NAZİFE: Ekseri kaçta?
EBRU: Ben de işten geç çıkıyorum, aynı saatlere denk geliyor aşağı yukarı…
NAZİFE: Yani geç geliyor…
EBRU: Anne bir kaç gündür özel durum var biliyorsun, geç gelmesi normal…
NAZİFE: Kızım bitmez bu erkeklerin özel bahaneleri… Sana ana nasihati, ne kadar kabul edersen o kadar daha fazlasını ister…
EBRU: Baba ben getirseydim…
ÖMER: Yok evladım siz muhabbetinizi bölmeyin…
EBRU: Anne siz içer misiniz?
NAZİFE: Açık bir tane içerim kızım.
NAZİFE: Seninki eve geç geliyormuş…
ÖMER: Kız kibarlık ediyor sana söylemiyor… Oğlun iki gündür eve gitmiyor…
NAZİFE: Eve gitmiyor ne yapıyor bu çocuk?
ÖMER: Hanım gelininin söylenmediği hususta istersen sen oğluna söylen…
ÖMER: Babanlar alışabildi mi İstanbul’a kızım?
EBRU: Alıştılar…
ÖMER: Damatlarına alışabildiler mi?
EBRU: (gülümseyerek) Bugün araları iyi, yarın ne olur bilemem Ömer baba…
ÖMER: Anlaşırlar anlaşırlar… İnsan konuştukça; derdini ifade ettikçe, ama iyi ifade ettikçe anlaşamayacağı hiçbir konu yoktur… Bazen anlatmadan konuşmadan anlaşılmayı bekleriz… Oysa bu sevdiklerimize yaptığımız bir haksızlıktır… Enteresandır, günde beş vakit huzuruna durup ona halimizi ifade etmeye çalışırız ama Yaradan’a derdimizi aktarırken, sevdiğimizden derdimizi anlatmadan anlamasını bekleriz…
ÖMER: Paylaşmayan, ifade etmeyen anlatmayan insanın içine daima şüphe girer…
Ömer Baba'nın Gündemi- Niyet Okumak
İNCİNMEDEN, İNCİTMEDEN
Niyet Okumak
Her sabah olduğu gibi kahvaltımı yaptım çıkıyorum. Kendime çeki düzen vermek için aynaya baktım. Aynada ki ben hemen sorusunu sordu.
- Çok şık giyinmişsin, düğün falan mı var?
- Hayır! bir toplantıya konuşmacı olarak davet edildim.
- Diğer konuşmacıları tanıyor musun?
- Bir kısmını tanıyorum. Kafası karışık şartlanmış insanlar. Ne anlatacaklarını, nasıl davranacaklarını da biliyorum.
- Diğer konuşmacıların ne konuşacağını, nasıl davranacağını önceden nasıl biliyorsun?
- Ben bilirim, bu insanların bir ideolojisi var hep o pencereden bakar ve gerçekleri hep saptırarak kendilerince anlatırlar.
- Gözüken o ki sende bu tuzağa düşmek üzeresin. Başkaları hakkında kötü zan besliyorsun. Daha o insanlarla bir araya gelmeden onların aklından geçeni okuduğunu iddia ediyorsun. Bu senin için büyük bir yanılgı.
- Ben bu kişilerle daha öncede karşılaştım onların sözlerine değil niyetlerine bakıyorum.
- Bu çok saçma, sen insanların niyetini nasıl okuyorsun. Gerçek şu ki sen kendin senaryo kurguluyor sonrada kendi senaryona gerçekmiş gibi inanıyorsun. Senin bildiğin ancak kendi düşüncelerin, kendi bakış açın ve niyetindir. Diğer konuşmacı arkadaşın sözü ne ise onu kabul etmelisin. Konuşmacının sözüne bakmayıp ta onun niyetini okumak senin için bu hayat yolculuğunda çok tehlikeli bir tuzaktır.
Peygamberimiz ve ashabı arasında şöyle bir olay geçer. Peygamber dostları, sahabeden birinin bir düşman askerini “la ilahe illallah” dediği halde öldürdüğünü söylerler. Peygamber efendimiz o şahsı çağırarak olayı sorar. Sahabe; ey Allah’ın elçisi! Rakibim ile uzun süre birbirimizle mücadele ettik, tam ben son darbeyi vuracaktım ki adam ” la ilahe illallah” dedi. Ama ben yinede kılıcımı vurdum ve adam öldü.
— Peygamber efendimiz, “Bu nasıl olur, sen ‘Allah’tan başka tanrı yoktur’ diyen bir kişiyi nasıl öldürürsün” der.
— Ey Allah’ın elçisi! O adam gerçekten değil canını kurtarmak için o kelimeyi söyledi. Amacı beni aldatmaktı.
— Peygamber efendimiz “ Kalbini yardın da baktın mı, o adamın yalan söylediğini nereden biliyorsun?” der.
Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’sinde, bu konuyla ilgili çok güzel bir hikâye vardır. Anlatmamı ister misin?
— Çok memnun olurum. Tuzaklara düşmemek için öğreneceğim çok şey olduğunu biliyorum
Komşuluk ilişkilerine ve insanlığa önem veren anlayışlı, hal hatır ve yordam bilen birisi bir sağıra “komşun hasta” diye haber verdi. Bunun üzerine o sağır, komşusunun hatırını sorması gerektiğini, fakat bu sağır kulakla nasıl yapacağını düşündü. Kendi kendine:
— “Ben bu sağır kulağımla komşumun sözlerini nasıl anlayacağım. Hem şimdi o hasta olduğu için sesi de az çıkmaktadır. En iyisi dudakları kıpırdayınca söylediklerini tahmin eder ona göre konuşurum” diye karar verdi. Ziyarete gittiğinde komşusuyla arasında şöyle bir konuşma geçebileceğini düşünerek hazırlık yaptı. Kendince bir senaryo geliştirdi.
— Ey benim hasta komşum! Nasılsın derim. O da bana:
— İyiyim hoşum, der. Ben:
— Allaha şükürler olsun, derim. Sonra ne tür yemekler yediğini sorarım. O da her halde bana:
— Şerbet içtim veya mercimek çorbası yedim, der. Ben de:
— Afiyet olsun dedikten sonra, tedavi için hangi doktorun geldiğini sorarım. O:
— Filan doktor deyince de:
— O doktorun ayağı çok uğurludur, işini bilen çok meşhur bir doktordur. İyi ki onu çağırmışsınız. O doktorla hastalığın çok kısa zamanda geçer, derim.
Sağır kafasında kurguladığı bu senaryoya göre komşusunu ziyarete gitti. Selam verip bir kenara oturduktan sonra:
— Nasılsın komşum? diye sordu. Hasta:
— Çok fenayım ölüyorum. Sağır:
— Allaha şükürler olsun, deyince hastanın canı sıkılır, komşusunun bu sözü onu çok üzer. Hasta bunları düşünürken sağır tekrar sorar:
— Ne yemekler yiyorsun? Hasta kızgınlıkla:
— Zehir zıkkım diye cevap verir. Sağır yine önceden tasarladığı gibi tebessüm ederek:
— Afiyet şeker olsun der. Bunun üzerine hasta iyice sinirlenir, fakat belli etmemeye gayret eder. Sağır sormaya devam eder:
— Tedavi için hangi doktor geliyor? Artık dayanamayan hasta bütün öfkesiyle:
— Kim gelecek? Azrail geliyor. Sen ne biçim komşusun? Defol git başımdan diye bağırır. Bunun üzerine sağır bütün sakinliğiyle:
— O mu geliyor? Onun ayağı çok uğurludur. Sevin ve neşelen, hastalığın iyileşti sayılır. Sağır bir müddet daha hiçbir şey olmamış gibi oturur. Sonra müsaade isteyerek kalkar, komşuluk hakkını ödemenin mutluluğu içinde sevinçle komşusunun evinden ayrılır.
Sağır mutlulukla evine giderken hasta böyle bir komşusu olduğu için çok üzgündür. Meğer komşumuzu tanımamışız, bizim can düşmanımızmış diye düşünür.
Bu hikâyede olduğu gibi başkalarının zihnini okumak, ön yargılı olarak insanları dinlemek kırgınlıklara sebep olur. Bizim yolumuz incitmemek ve incinmemek yoludur.
Bu yolda incinmeden ve incitmeden yürümeniz için Allah yar ve yardımcınız olsun.
Niyet Okumak
Her sabah olduğu gibi kahvaltımı yaptım çıkıyorum. Kendime çeki düzen vermek için aynaya baktım. Aynada ki ben hemen sorusunu sordu.
- Çok şık giyinmişsin, düğün falan mı var?
- Hayır! bir toplantıya konuşmacı olarak davet edildim.
- Diğer konuşmacıları tanıyor musun?
- Bir kısmını tanıyorum. Kafası karışık şartlanmış insanlar. Ne anlatacaklarını, nasıl davranacaklarını da biliyorum.
- Diğer konuşmacıların ne konuşacağını, nasıl davranacağını önceden nasıl biliyorsun?
- Ben bilirim, bu insanların bir ideolojisi var hep o pencereden bakar ve gerçekleri hep saptırarak kendilerince anlatırlar.
- Gözüken o ki sende bu tuzağa düşmek üzeresin. Başkaları hakkında kötü zan besliyorsun. Daha o insanlarla bir araya gelmeden onların aklından geçeni okuduğunu iddia ediyorsun. Bu senin için büyük bir yanılgı.
- Ben bu kişilerle daha öncede karşılaştım onların sözlerine değil niyetlerine bakıyorum.
- Bu çok saçma, sen insanların niyetini nasıl okuyorsun. Gerçek şu ki sen kendin senaryo kurguluyor sonrada kendi senaryona gerçekmiş gibi inanıyorsun. Senin bildiğin ancak kendi düşüncelerin, kendi bakış açın ve niyetindir. Diğer konuşmacı arkadaşın sözü ne ise onu kabul etmelisin. Konuşmacının sözüne bakmayıp ta onun niyetini okumak senin için bu hayat yolculuğunda çok tehlikeli bir tuzaktır.
Peygamberimiz ve ashabı arasında şöyle bir olay geçer. Peygamber dostları, sahabeden birinin bir düşman askerini “la ilahe illallah” dediği halde öldürdüğünü söylerler. Peygamber efendimiz o şahsı çağırarak olayı sorar. Sahabe; ey Allah’ın elçisi! Rakibim ile uzun süre birbirimizle mücadele ettik, tam ben son darbeyi vuracaktım ki adam ” la ilahe illallah” dedi. Ama ben yinede kılıcımı vurdum ve adam öldü.
— Peygamber efendimiz, “Bu nasıl olur, sen ‘Allah’tan başka tanrı yoktur’ diyen bir kişiyi nasıl öldürürsün” der.
— Ey Allah’ın elçisi! O adam gerçekten değil canını kurtarmak için o kelimeyi söyledi. Amacı beni aldatmaktı.
— Peygamber efendimiz “ Kalbini yardın da baktın mı, o adamın yalan söylediğini nereden biliyorsun?” der.
Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’sinde, bu konuyla ilgili çok güzel bir hikâye vardır. Anlatmamı ister misin?
— Çok memnun olurum. Tuzaklara düşmemek için öğreneceğim çok şey olduğunu biliyorum
Komşuluk ilişkilerine ve insanlığa önem veren anlayışlı, hal hatır ve yordam bilen birisi bir sağıra “komşun hasta” diye haber verdi. Bunun üzerine o sağır, komşusunun hatırını sorması gerektiğini, fakat bu sağır kulakla nasıl yapacağını düşündü. Kendi kendine:
— “Ben bu sağır kulağımla komşumun sözlerini nasıl anlayacağım. Hem şimdi o hasta olduğu için sesi de az çıkmaktadır. En iyisi dudakları kıpırdayınca söylediklerini tahmin eder ona göre konuşurum” diye karar verdi. Ziyarete gittiğinde komşusuyla arasında şöyle bir konuşma geçebileceğini düşünerek hazırlık yaptı. Kendince bir senaryo geliştirdi.
— Ey benim hasta komşum! Nasılsın derim. O da bana:
— İyiyim hoşum, der. Ben:
— Allaha şükürler olsun, derim. Sonra ne tür yemekler yediğini sorarım. O da her halde bana:
— Şerbet içtim veya mercimek çorbası yedim, der. Ben de:
— Afiyet olsun dedikten sonra, tedavi için hangi doktorun geldiğini sorarım. O:
— Filan doktor deyince de:
— O doktorun ayağı çok uğurludur, işini bilen çok meşhur bir doktordur. İyi ki onu çağırmışsınız. O doktorla hastalığın çok kısa zamanda geçer, derim.
Sağır kafasında kurguladığı bu senaryoya göre komşusunu ziyarete gitti. Selam verip bir kenara oturduktan sonra:
— Nasılsın komşum? diye sordu. Hasta:
— Çok fenayım ölüyorum. Sağır:
— Allaha şükürler olsun, deyince hastanın canı sıkılır, komşusunun bu sözü onu çok üzer. Hasta bunları düşünürken sağır tekrar sorar:
— Ne yemekler yiyorsun? Hasta kızgınlıkla:
— Zehir zıkkım diye cevap verir. Sağır yine önceden tasarladığı gibi tebessüm ederek:
— Afiyet şeker olsun der. Bunun üzerine hasta iyice sinirlenir, fakat belli etmemeye gayret eder. Sağır sormaya devam eder:
— Tedavi için hangi doktor geliyor? Artık dayanamayan hasta bütün öfkesiyle:
— Kim gelecek? Azrail geliyor. Sen ne biçim komşusun? Defol git başımdan diye bağırır. Bunun üzerine sağır bütün sakinliğiyle:
— O mu geliyor? Onun ayağı çok uğurludur. Sevin ve neşelen, hastalığın iyileşti sayılır. Sağır bir müddet daha hiçbir şey olmamış gibi oturur. Sonra müsaade isteyerek kalkar, komşuluk hakkını ödemenin mutluluğu içinde sevinçle komşusunun evinden ayrılır.
Sağır mutlulukla evine giderken hasta böyle bir komşusu olduğu için çok üzgündür. Meğer komşumuzu tanımamışız, bizim can düşmanımızmış diye düşünür.
Bu hikâyede olduğu gibi başkalarının zihnini okumak, ön yargılı olarak insanları dinlemek kırgınlıklara sebep olur. Bizim yolumuz incitmemek ve incinmemek yoludur.
Bu yolda incinmeden ve incitmeden yürümeniz için Allah yar ve yardımcınız olsun.
Ömer Baba'nın Gündemi- Kendin Gibi Sanma
KENDİN GİBİ SANMA
Bilenler, bilmeyenler
Araştırmacı gözüyle çevrene bakarsan hiçbir şeyin bir diğerinin aynı olmadığını görürsün. Bitkilerin aynı türden oldukları halde çok farklı olduklarını, hayvanların aynı türden oldukları halde işlevlerinin farklı olduğunu hemen fark edersiniz. Aynı dere kenarında, aynı görüntüde olan iki kamışı inceleyelim. Aynı sudan beslendikleri halde bir kamışın içi boş, diğer kamışın içi şekerle doludur. Aynı bahçede var olan iki arı türü vardır. Görüntü itibariyle her ikisi de arıdır. Birinde sadece iğne bulunur, onunla çevresine özellikle insanlara acı verir. Belki de bunu kendini korumak amacıyla yapıyordur. Bunu bilmiyoruz ama toplumda arının acısını tatmayan az insan vardır. Diğer arı da vardır çevremizde çiçekten çiçeğe konup kalkar ve bal üretir. Ormanda ahu dediğimiz hayvanlar da vardır. Bunlar da görüntüleri aynı, işlevleri farklı iki türdür. Aynı otları yiyip aynı sudan içtikleri halde birinden yalnız gübre, diğerinden misk denilen çok kıymetli koku çıkar.
Bitkiler ve hayvanlar arasında böyle farklılıklar olduğu gibi insanlar arasında da farklılıklar çoktur. İnsanları görüntüleri gereği insan olarak isimlendirir ve eşit olduklarını söyleriz. Belki hukuk ve adalet uygulamada eşittirler ama gerçekte her biri diğerinden çok farklıdır. Dünyamızda var olan hiç bir insanın parmak izinin bir diğerine benzemediğini artık günümüzde bilmeyen yoktur. Biyolojik olarak bu kadar farklı olan insanların başka yönlerinde de farklı olacakları bir gerçektir. Üstün zekâlı insanlar olduğu gibi geri zekâlı insanlar da vardır. Topluma çok faydalı olanlar olduğu gibi çok zararlı insanlar da vardır. Çok korkak insanlar olduğu gibi, çok cesur insanlar da vardır. Konuyu toparlayacak olursak insanların biyolojik, sosyolojik ve psikolojik farklılıklara sahip oldukları bir gerçektir.
İnsanlardan bazısı çalışması gayreti neticesi kendini geliştirir, başkalarının bilemediği şeyleri bilir, başkalarını göremediği şeyler görür, başkalarının yapamadığı şeyleri yapabilirler. Mesela halter çalışan bir kişi 150 kilo kaldırabiliyorsa, bütün insanlar da 150 kilo kaldırabilir anlamına gelmez. Her insan çalışıp kendi karakteri ve kendi imkânları ölçüsünde kendini geliştirmesi gerekirken bazı insanlar bunun tersini yaparlar. ‘Bütün insanlar eşittir’ derler. “Ben de insanım, benim yapamadığımı başkaları da yapamaz. Yapıyorum diyenler yalan söylüyor, insanları aldatmaya çalışıyor” derler. Bunlar kendileri gibi beceriksizlerden taraftarlar da bulur bazen toplumda seslerini de yükseltirler. Bu tür insanların akıllarının almadığı, gözlerinin görmediği, dokunamadıkları her şey yalandır. Ama bilim öyle bir hızla gelişiyor ki ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmediğimiz birçok bilinmezin içinde yaşıyoruz. Bilenler yapıyor, insanlar sadece izliyor. Toplumumuzda TV izleyen kaç kişi bu işin nasıl olduğunu biliyor. Bilgisayarla uğraşan kaç kişi onun oluşumunu, mantığını biliyor. Birçoğumuz bilmediğimiz halde sadece izleyici ve kullanıcıyız. Kabul etmemiz gereken şey, her zaman olduğu gibi günümüzde de insanlar farklıdır. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurulmaktadır.
İnsanlık tarihine bakacak olursak, bazı insanların anlamadıkları şeylere akılları ermediği için karşı çıktıklarını, bilenleri kendi nefislerine kıyaslayarak yalanladıklarını görmekteyiz. Her şeyi kendi nefsine kıyaslayarak karar vermek ve gerçekleri kabul etmemek veya edememek bir hastalık olsa gerek. Bazı gerçekleri gözlerine soksan dahi o kendini örnek tutarak yorumlar ve senin gerçeğini kabul etmez. Bilgi kıyaslama yoluyla öğrenilir. İnsanların bazısı, başkaları yapıyor başarıyorsa ben de başarırım diyerek çalışır çabalar başarılı olmayı öğrenir. Bazısı da ben yapamıyor başaramıyorsam başkaları da başaramaz. Bu kişiler kendi nefisleriyle kıyas yaparak öğrenmemeyi öğrenirler.
Evreni ve insanları yaratan yüce Rabbimiz, insanları bilgilendirmek için yine insanlar arasından seçtiği kişileri kendisine elçi edinmiş ve onlar aracılığıyla insanlara mesajlar göndermiştir. Ama bu durumu anlamayanlar o yüce şahsiyetleri kendileriyle kıyaslayarak yalanlamışlardır. Onlar da bizim gibi insan, bizim gibi yiyor, bizim gibi geziyorlar onların bizden farkları yok diye kıyaslayarak peygamberleri yalanlıyorlardı. Kuran’ı Kerim bu konuda, “Bir de, bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor; çarşıda geziyor! Ona bir melek indirilse de, O da uyarıcı olsa ya! “ ( Furkan 7) buyurarak, gerçekleri kendilerine kıyaslayarak yorumlayanları bize haber vermekte. Yasin Suresi’nde de: “ Onlar – siz bizim gibi insanlardan başka (özelliklere sahip şahıslar) değilsiniz. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz- dediler.” (Ayet 15). Bu ayetler de gösteriyor ki bazı insanlar sadece büyük şahsiyetlerin dış görünümüne bakarak değerlendiriyorlar. Başkalarının kendilerinden farklılıklarını kabullenemiyorlar. İşte bu insanlar nefsi kıyaslarıyla inanmamayı da öğrenmiş oluyorlar.
Bu konuda da Hz. Mevlana bizlere bir hikâye ile ışık tutuyor. Bir bakkalın yeşil renkli, güzel sesli, söz söylemesini bilen bir papağanı vardı.
Bu papağan dükkân bekçisi gibiydi. Alışverişe gelenlere, nükteli sözler söyleyerek şakalar yapardı. İnsanlar bir şey sorduğunda insan gibi cevap verir ve onlarla güzel konuşurdu. Papağanlara has ötüşü de çok tatlıydı.
Dükkân sahibi bir gün evine gitmiş, papağan ise dükkânda bekçilik yapıyordu. Bir kedi, kovaladığı fareyle birlikte dükkânın içine daldı. Can korkusuyla ne yapacağını şaşıran papağan, sağa sola kaçışmaya başladı. Dükkânın yüksekçe bir yerine sıçrayınca orada bulunan gül yağı şişelerini devirdi. Şişeler kırıldı, yağlar yerlere döküldü. Ortalık iyice birbirine karıştı.
Bakkal efendi dükkâna döndüğünde etrafı karma karışık görünce çok kızdı. Papağanın üstüne dökülen gül yağından ötürü onun yaptığına karar vererek o öfkeyle papağanın başına vurdu. Vurmasıyla da olanlar oldu. Papağanın üzüntüden başındaki tüyler dökülerek kel oldu. Dili tutuldu o günden sonra konuşamaz oldu.
Bakkal yaptığına pişman olup ‘ah, vah’ etmeye başladı. Kendi kendine “Keşke elim kırılsaydı da o tatlı dilli papağanıma vurmasaydım” diye yakınmaya başladı. Papağan bir tarafa sinmiş vaziyette oturuyordu.
Dükkân sahibi günlerce onu konuşturmak için uğraştı ama bir netice alamadı. Bir gün dükkânın önünden kel başlı bir derviş geçti. Papağan onu görünce dillendi ve:
— Hey arkadaş, sen nasıl böyle kel oldun? Yoksa sende gül yağı şişeleri mi kırdın? dedi.
Bu hikâyede papağanın, kendisini dervişle kıyaslaması kendi bilgi ve tecrübesiyle sınırlıdır. Gerçekte ise derviş, bağlı olduğu tarikat ve meşrep gereği başını kaşını sakalını tıraş etmiş bir vaziyette gezmekteydi. Bu durumu bilmeyen papağanın yaptığı değerlendirme, insanların kendisine gülmesine sebep olmaktadır.
Bazı insanların, Allah dostları hakkında yanılgıya düşmeleri bu sebepledir. İnsanlar Allah’ın velilerini kendileriyle kıyas ederek yanlış yaparlar.
Tatlı suyla acı suyun berraklığı aynıdır ama tatları çok farklıdır. Bu yolculuk süresince nefsine kıyaslama yaparak yanlış yapmak yerine, gerçekleri öğrenmeye gayret etmeliyiz.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
Bilenler, bilmeyenler
Araştırmacı gözüyle çevrene bakarsan hiçbir şeyin bir diğerinin aynı olmadığını görürsün. Bitkilerin aynı türden oldukları halde çok farklı olduklarını, hayvanların aynı türden oldukları halde işlevlerinin farklı olduğunu hemen fark edersiniz. Aynı dere kenarında, aynı görüntüde olan iki kamışı inceleyelim. Aynı sudan beslendikleri halde bir kamışın içi boş, diğer kamışın içi şekerle doludur. Aynı bahçede var olan iki arı türü vardır. Görüntü itibariyle her ikisi de arıdır. Birinde sadece iğne bulunur, onunla çevresine özellikle insanlara acı verir. Belki de bunu kendini korumak amacıyla yapıyordur. Bunu bilmiyoruz ama toplumda arının acısını tatmayan az insan vardır. Diğer arı da vardır çevremizde çiçekten çiçeğe konup kalkar ve bal üretir. Ormanda ahu dediğimiz hayvanlar da vardır. Bunlar da görüntüleri aynı, işlevleri farklı iki türdür. Aynı otları yiyip aynı sudan içtikleri halde birinden yalnız gübre, diğerinden misk denilen çok kıymetli koku çıkar.
Bitkiler ve hayvanlar arasında böyle farklılıklar olduğu gibi insanlar arasında da farklılıklar çoktur. İnsanları görüntüleri gereği insan olarak isimlendirir ve eşit olduklarını söyleriz. Belki hukuk ve adalet uygulamada eşittirler ama gerçekte her biri diğerinden çok farklıdır. Dünyamızda var olan hiç bir insanın parmak izinin bir diğerine benzemediğini artık günümüzde bilmeyen yoktur. Biyolojik olarak bu kadar farklı olan insanların başka yönlerinde de farklı olacakları bir gerçektir. Üstün zekâlı insanlar olduğu gibi geri zekâlı insanlar da vardır. Topluma çok faydalı olanlar olduğu gibi çok zararlı insanlar da vardır. Çok korkak insanlar olduğu gibi, çok cesur insanlar da vardır. Konuyu toparlayacak olursak insanların biyolojik, sosyolojik ve psikolojik farklılıklara sahip oldukları bir gerçektir.
İnsanlardan bazısı çalışması gayreti neticesi kendini geliştirir, başkalarının bilemediği şeyleri bilir, başkalarını göremediği şeyler görür, başkalarının yapamadığı şeyleri yapabilirler. Mesela halter çalışan bir kişi 150 kilo kaldırabiliyorsa, bütün insanlar da 150 kilo kaldırabilir anlamına gelmez. Her insan çalışıp kendi karakteri ve kendi imkânları ölçüsünde kendini geliştirmesi gerekirken bazı insanlar bunun tersini yaparlar. ‘Bütün insanlar eşittir’ derler. “Ben de insanım, benim yapamadığımı başkaları da yapamaz. Yapıyorum diyenler yalan söylüyor, insanları aldatmaya çalışıyor” derler. Bunlar kendileri gibi beceriksizlerden taraftarlar da bulur bazen toplumda seslerini de yükseltirler. Bu tür insanların akıllarının almadığı, gözlerinin görmediği, dokunamadıkları her şey yalandır. Ama bilim öyle bir hızla gelişiyor ki ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmediğimiz birçok bilinmezin içinde yaşıyoruz. Bilenler yapıyor, insanlar sadece izliyor. Toplumumuzda TV izleyen kaç kişi bu işin nasıl olduğunu biliyor. Bilgisayarla uğraşan kaç kişi onun oluşumunu, mantığını biliyor. Birçoğumuz bilmediğimiz halde sadece izleyici ve kullanıcıyız. Kabul etmemiz gereken şey, her zaman olduğu gibi günümüzde de insanlar farklıdır. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurulmaktadır.
İnsanlık tarihine bakacak olursak, bazı insanların anlamadıkları şeylere akılları ermediği için karşı çıktıklarını, bilenleri kendi nefislerine kıyaslayarak yalanladıklarını görmekteyiz. Her şeyi kendi nefsine kıyaslayarak karar vermek ve gerçekleri kabul etmemek veya edememek bir hastalık olsa gerek. Bazı gerçekleri gözlerine soksan dahi o kendini örnek tutarak yorumlar ve senin gerçeğini kabul etmez. Bilgi kıyaslama yoluyla öğrenilir. İnsanların bazısı, başkaları yapıyor başarıyorsa ben de başarırım diyerek çalışır çabalar başarılı olmayı öğrenir. Bazısı da ben yapamıyor başaramıyorsam başkaları da başaramaz. Bu kişiler kendi nefisleriyle kıyas yaparak öğrenmemeyi öğrenirler.
Evreni ve insanları yaratan yüce Rabbimiz, insanları bilgilendirmek için yine insanlar arasından seçtiği kişileri kendisine elçi edinmiş ve onlar aracılığıyla insanlara mesajlar göndermiştir. Ama bu durumu anlamayanlar o yüce şahsiyetleri kendileriyle kıyaslayarak yalanlamışlardır. Onlar da bizim gibi insan, bizim gibi yiyor, bizim gibi geziyorlar onların bizden farkları yok diye kıyaslayarak peygamberleri yalanlıyorlardı. Kuran’ı Kerim bu konuda, “Bir de, bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor; çarşıda geziyor! Ona bir melek indirilse de, O da uyarıcı olsa ya! “ ( Furkan 7) buyurarak, gerçekleri kendilerine kıyaslayarak yorumlayanları bize haber vermekte. Yasin Suresi’nde de: “ Onlar – siz bizim gibi insanlardan başka (özelliklere sahip şahıslar) değilsiniz. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz- dediler.” (Ayet 15). Bu ayetler de gösteriyor ki bazı insanlar sadece büyük şahsiyetlerin dış görünümüne bakarak değerlendiriyorlar. Başkalarının kendilerinden farklılıklarını kabullenemiyorlar. İşte bu insanlar nefsi kıyaslarıyla inanmamayı da öğrenmiş oluyorlar.
Bu konuda da Hz. Mevlana bizlere bir hikâye ile ışık tutuyor. Bir bakkalın yeşil renkli, güzel sesli, söz söylemesini bilen bir papağanı vardı.
Bu papağan dükkân bekçisi gibiydi. Alışverişe gelenlere, nükteli sözler söyleyerek şakalar yapardı. İnsanlar bir şey sorduğunda insan gibi cevap verir ve onlarla güzel konuşurdu. Papağanlara has ötüşü de çok tatlıydı.
Dükkân sahibi bir gün evine gitmiş, papağan ise dükkânda bekçilik yapıyordu. Bir kedi, kovaladığı fareyle birlikte dükkânın içine daldı. Can korkusuyla ne yapacağını şaşıran papağan, sağa sola kaçışmaya başladı. Dükkânın yüksekçe bir yerine sıçrayınca orada bulunan gül yağı şişelerini devirdi. Şişeler kırıldı, yağlar yerlere döküldü. Ortalık iyice birbirine karıştı.
Bakkal efendi dükkâna döndüğünde etrafı karma karışık görünce çok kızdı. Papağanın üstüne dökülen gül yağından ötürü onun yaptığına karar vererek o öfkeyle papağanın başına vurdu. Vurmasıyla da olanlar oldu. Papağanın üzüntüden başındaki tüyler dökülerek kel oldu. Dili tutuldu o günden sonra konuşamaz oldu.
Bakkal yaptığına pişman olup ‘ah, vah’ etmeye başladı. Kendi kendine “Keşke elim kırılsaydı da o tatlı dilli papağanıma vurmasaydım” diye yakınmaya başladı. Papağan bir tarafa sinmiş vaziyette oturuyordu.
Dükkân sahibi günlerce onu konuşturmak için uğraştı ama bir netice alamadı. Bir gün dükkânın önünden kel başlı bir derviş geçti. Papağan onu görünce dillendi ve:
— Hey arkadaş, sen nasıl böyle kel oldun? Yoksa sende gül yağı şişeleri mi kırdın? dedi.
Bu hikâyede papağanın, kendisini dervişle kıyaslaması kendi bilgi ve tecrübesiyle sınırlıdır. Gerçekte ise derviş, bağlı olduğu tarikat ve meşrep gereği başını kaşını sakalını tıraş etmiş bir vaziyette gezmekteydi. Bu durumu bilmeyen papağanın yaptığı değerlendirme, insanların kendisine gülmesine sebep olmaktadır.
Bazı insanların, Allah dostları hakkında yanılgıya düşmeleri bu sebepledir. İnsanlar Allah’ın velilerini kendileriyle kıyas ederek yanlış yaparlar.
Tatlı suyla acı suyun berraklığı aynıdır ama tatları çok farklıdır. Bu yolculuk süresince nefsine kıyaslama yaparak yanlış yapmak yerine, gerçekleri öğrenmeye gayret etmeliyiz.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
60. Bölüm- Ömer Baba& Polat Diyaloğu
Kardeşinin intikamını alabilmek için yanıp tutuşan, sinesindeki intikam ateşinin harlı aleviyle İstanbul’u da kendisiyle beraber utuşturan Cevat; âlemin tüm raconlarını alt üst etmiş; kardeşinin öldürülüşüne misilleme olarak gerçekleştirdiği Halo Dayı infazının en kanlı delilini; Polat’ın eşi Ebru’ya göndermiştir. Polat’ın işlerini; evinin, evliliğinin ve kendisinin üstünde tutmayı seçen bu rahat tavrı karşısında susmayı, alttan almayı, eşine sahip çıkmayı seçen Ebru; yanı başında beliren böylesi bir dehşet sahnesine bu kez kayıtsız kalamaz ve babasının evine gider. Ebru’nun incinmişliği karşısında iki kat ezilerek incinen Ömer Baba; oğlunun gözünü açmak; Ebru’nun sessiz çığlıklarına karşı onu uyandırmak için ofisin yolunu tutar. İkili arasında geçen konuşma; Polat’ı tam anlamıyla sarsar:
EBRU’NUN ANNESİ: Evde yalnız kalmak istemedi nazife hanım, fazla büyütülecek bişey yok…
NAZİFE: Ben de öyle düşündüm ama yine de içim rahat etmedi, bi göreyim kızımı dedim…
ERCÜMENT: Hanfendi sizden rica ediyorum oğlunuzla konuşun…
NAZİFE: Oğlumdan evvel kızımla konuşmaya geldim…
ERCÜMENT: Ebru’nun bir şey konuşacak hali yok ki… Tir tir titriyor zavallı yavrucak…
NAZİFE: Kızınıza düşkün olduğunuzu ne kadar çok sevdiğinizi biliyorum. Ama evlilik müessesinde itidalli davranmak lazım… Hemen babasının evine dönerse bu müessese nasıl sağlam duracak?
ERCÜMENT: Hanımefendi?Kızımın evine kesik baş yollandı… Ne itidali?
EBRU: Anne siz miydiniz?
NAZİFE: Kalkma kızım…
EBRU: Anne çok kötü olmasam buraya gelmezdim ama dünden beri gözümü kırpmadım…
NAZİFE: İyi yapmışsın kızım…
NAZİFE: Baban Polat’la konuşmaya gitti… Ben gitsem, çok ağır konuşacaktım o yüzden beni götürmedi Ömer bey… Sen hiç kendini üzme, bu sefer kabahatli olan Polat…
ÖMER: Müsait mi polat?
ABDÜL: Bir misafiri var Ömer baba ama…
POLAT: Hayırdır baba…
ÖMER: Hayır evladım, bizim şerle ne işimiz olur?
ÖMER: Rahmetli Halo’nun başını eve yollamış o alçaklar öyle mi?
POLAT: Evet baba, onun intikamını alacağım…
ÖMER: Peki Ebru?
POLAT: Ne olmuş Ebru’ya?
ÖMER: Ölünün senin üzerinde hakkı var da dirinin yok mu evladım? İntikam diyorsun, öç diyorsun, alacaklıyım diyorsun da bu kızın hali ne oldu, bir öğretmen kızcağız o acayip paketin içinde acayip şeyler gördü bunun hali ne olacak niye demiyorsun?
POLAT: Baba Ebru’nun bişeyi yok…
ÖMER: Sana öyle mi söyledi?
POLAT: Bir şey söylemedi… Bir şey olsa söylerdi.
ÖMER: Peki ya söylediyse de sen duymadıysan?
POLAT: Baba ben sağır mıyım?
ÖMER: Sen sağır mısın bilmem evladım ama dur sana bir sağırın hikâyesini anlatayım…
Polat sabırsız aslında
ÖMER: Komşuluk ilişkilerine ve insanlığa önem veren anlayışlı, hal hatır ve yordam bilen birisi bir sağıra “komşun hasta” diye haber vermiş. Bunun üzerine o sağır, komşusunun hatırını sorması gerektiğini, fakat bu sağır kulakla nasıl yapacağını düşünüp kendi kendine bir yol bulmuş:
”Ben bu sağır kulağımla komşumun sözlerini nasıl anlayacağım. Hem şimdi o hasta olduğu için sesi de az çıkmaktadır. En iyisi dudakları kıpırdayınca söylediklerini tahmin eder ona göre konuşurum” komşusuyla arasında şöyle bir konuşma geçebileceğini düşünerek hazırlığını da yapmış…
ÖMER: Ey benim hasta komşum! Nasılsın derim. O da bana: İyiyim hoşum, der. Ben: Allaha şükürler olsun, derim. Sonra ne tür yemekler yediğini sorarım. O da her halde bana: Şerbet içtim veya çorba yedim, der. Ben de:
Afiyet olsun dedikten sonra, tedavi için hangi doktorun geldiğini sorarım. O: Filan doktor deyince de: O doktorun ayağı çok uğurludur, işini bilen çok meşhur bir doktordur. İyi ki onu çağırmışsınız. O doktorla hastalığın çok kısa zamanda geçer, derim. Sağır kafasındaki cümleleri ezberleyip komşusunu ziyarete gitmiş. Selam verip bir kenara oturduktan sonra: Nasılsın komşum? diye sormuş. Hasta: Çok fenayım ölüyorum demiş zorlukla Sağır: Allaha şükürler olsun, deyince hastanın canı sıkılmış. Sağır tekrar sormuş:
ÖMER: Ne yemekler yiyorsun? Hasta kızgınlıkla: Zehir zıkkım diye cevap vermiş. Sağır yine önceden tasarladığı gibi tebessüm ederek: Afiyet şeker olsun demiş. Bunun üzerine hasta iyice sinirleniş ama yine de fazla belli etmemiş. Sağır sormuş: Hangi doktor tedavi ediyor? Hasta öfkeyle bağırmış:
Kim olacak, Azrail! Sen ne biçim komşusun? Defol git başımdan diye bağırırken sağır bütün sakinliğiyle: O mu geliyor? Onun ayağı çok uğurludur. Hadi gözün aydın…
ÖMER: Başkalarının zihnini okumak, ya da önyargıyla onları demek, ya da bir şey olmaz bir şey olmaz diye geçiştirmek kırgınlıklara sebep olur, insanları incitir… Bizim yolumuz incitmemek ve incinmemek yoludur evladım!
EBRU’NUN ANNESİ: Evde yalnız kalmak istemedi nazife hanım, fazla büyütülecek bişey yok…
NAZİFE: Ben de öyle düşündüm ama yine de içim rahat etmedi, bi göreyim kızımı dedim…
ERCÜMENT: Hanfendi sizden rica ediyorum oğlunuzla konuşun…
NAZİFE: Oğlumdan evvel kızımla konuşmaya geldim…
ERCÜMENT: Ebru’nun bir şey konuşacak hali yok ki… Tir tir titriyor zavallı yavrucak…
NAZİFE: Kızınıza düşkün olduğunuzu ne kadar çok sevdiğinizi biliyorum. Ama evlilik müessesinde itidalli davranmak lazım… Hemen babasının evine dönerse bu müessese nasıl sağlam duracak?
ERCÜMENT: Hanımefendi?Kızımın evine kesik baş yollandı… Ne itidali?
EBRU: Anne siz miydiniz?
NAZİFE: Kalkma kızım…
EBRU: Anne çok kötü olmasam buraya gelmezdim ama dünden beri gözümü kırpmadım…
NAZİFE: İyi yapmışsın kızım…
NAZİFE: Baban Polat’la konuşmaya gitti… Ben gitsem, çok ağır konuşacaktım o yüzden beni götürmedi Ömer bey… Sen hiç kendini üzme, bu sefer kabahatli olan Polat…
ÖMER: Müsait mi polat?
ABDÜL: Bir misafiri var Ömer baba ama…
POLAT: Hayırdır baba…
ÖMER: Hayır evladım, bizim şerle ne işimiz olur?
ÖMER: Rahmetli Halo’nun başını eve yollamış o alçaklar öyle mi?
POLAT: Evet baba, onun intikamını alacağım…
ÖMER: Peki Ebru?
POLAT: Ne olmuş Ebru’ya?
ÖMER: Ölünün senin üzerinde hakkı var da dirinin yok mu evladım? İntikam diyorsun, öç diyorsun, alacaklıyım diyorsun da bu kızın hali ne oldu, bir öğretmen kızcağız o acayip paketin içinde acayip şeyler gördü bunun hali ne olacak niye demiyorsun?
POLAT: Baba Ebru’nun bişeyi yok…
ÖMER: Sana öyle mi söyledi?
POLAT: Bir şey söylemedi… Bir şey olsa söylerdi.
ÖMER: Peki ya söylediyse de sen duymadıysan?
POLAT: Baba ben sağır mıyım?
ÖMER: Sen sağır mısın bilmem evladım ama dur sana bir sağırın hikâyesini anlatayım…
Polat sabırsız aslında
ÖMER: Komşuluk ilişkilerine ve insanlığa önem veren anlayışlı, hal hatır ve yordam bilen birisi bir sağıra “komşun hasta” diye haber vermiş. Bunun üzerine o sağır, komşusunun hatırını sorması gerektiğini, fakat bu sağır kulakla nasıl yapacağını düşünüp kendi kendine bir yol bulmuş:
”Ben bu sağır kulağımla komşumun sözlerini nasıl anlayacağım. Hem şimdi o hasta olduğu için sesi de az çıkmaktadır. En iyisi dudakları kıpırdayınca söylediklerini tahmin eder ona göre konuşurum” komşusuyla arasında şöyle bir konuşma geçebileceğini düşünerek hazırlığını da yapmış…
ÖMER: Ey benim hasta komşum! Nasılsın derim. O da bana: İyiyim hoşum, der. Ben: Allaha şükürler olsun, derim. Sonra ne tür yemekler yediğini sorarım. O da her halde bana: Şerbet içtim veya çorba yedim, der. Ben de:
Afiyet olsun dedikten sonra, tedavi için hangi doktorun geldiğini sorarım. O: Filan doktor deyince de: O doktorun ayağı çok uğurludur, işini bilen çok meşhur bir doktordur. İyi ki onu çağırmışsınız. O doktorla hastalığın çok kısa zamanda geçer, derim. Sağır kafasındaki cümleleri ezberleyip komşusunu ziyarete gitmiş. Selam verip bir kenara oturduktan sonra: Nasılsın komşum? diye sormuş. Hasta: Çok fenayım ölüyorum demiş zorlukla Sağır: Allaha şükürler olsun, deyince hastanın canı sıkılmış. Sağır tekrar sormuş:
ÖMER: Ne yemekler yiyorsun? Hasta kızgınlıkla: Zehir zıkkım diye cevap vermiş. Sağır yine önceden tasarladığı gibi tebessüm ederek: Afiyet şeker olsun demiş. Bunun üzerine hasta iyice sinirleniş ama yine de fazla belli etmemiş. Sağır sormuş: Hangi doktor tedavi ediyor? Hasta öfkeyle bağırmış:
Kim olacak, Azrail! Sen ne biçim komşusun? Defol git başımdan diye bağırırken sağır bütün sakinliğiyle: O mu geliyor? Onun ayağı çok uğurludur. Hadi gözün aydın…
ÖMER: Başkalarının zihnini okumak, ya da önyargıyla onları demek, ya da bir şey olmaz bir şey olmaz diye geçiştirmek kırgınlıklara sebep olur, insanları incitir… Bizim yolumuz incitmemek ve incinmemek yoludur evladım!
Ömer Baba'nın Gündemi- Gerçek olan 'bugün'dür
Gerçek olan 'bugün'dür
ZAMANI İYİ KULLANMAK GEREK
Yine koltuğumda oturmaktayım. Çok dalmış olacağım ki aynadaki dostumun sesiyle irkildim, ne dediğini anlayamadığım için sordum:
- Bir şey mi dedin.
- Yola ne zaman koyulacağını sordum.
- Uygun zamanı bulunca yola çıkmayı düşünüyorum.
- Sence uygun zaman ne zaman olur.
- Yapmam gereken bazı işlerim var onları halledince boş zamanım olacağına inanıyorum.
- Bence sen kendini aldatıyorsun. Bu günün işini yarına erteleyerek tembellik yapıyorsun. Bektaşi dedesine sormuşlar, “Dede hacca gidecek misin?”. “Evlat niyetimi yaptım, her türlü hazırlığımda tamam, param olunca mutlaka gideceğim” demiş. Seninde dede gibi niyetin ve hazırlığın tamam da zamanın yok, öylemi?
- Öyle demek istemedim fakat onun gibi bir şey.
- Bilgelerden biri “İnsan ömrü geçen yıl, içinde bulunduğumuz yıl ve gelecek yıldır” der. Geçen yıl geçti artık ele girmez, gelecek yıla kadar yaşayıp yaşamayacağımız belli değil. Önemli olan içinde bulunduğumuz yıl, bu yılı çok iyi değerlendirmek gerekir. Bilgelerden bazıları da, “İnsan ömrü üç gündür. Dün, bugün ve yarın diyerek, dün geçti geri gelmez, yarını ya görür ya da görmeyiz, gün bu gündür ne yapacaksanız bu gün yapın” derler. Güzel bir atasözü vardır, “Erteye kalan arkaya kalır”. Arkalarda kalmak istemiyorsan bugünün işini yarına bırakmamalısın. Ertelemek çok kötü bir alışkanlıktır.
Birçok insan bu alışkanlık yüzünden kariyerini, mutluluğunu, başarısını kaybediyor. Üniversite sınavlarına hazırlanan birçok genç bu yüzden sınavda başarılı olamıyor. Çünkü her ders çalışması gerektiğinde biraz sonra çalışırım, daha vaktim var, biraz dinleneyim, nasıl olsa yaparım, yarın çalışırım, bahaneleriyle çalışmayı erteler. ”Yarın hayaldir, gerçek olan bugündür.” Sende de işini yarına erteleme hastalığı var gibi. Bu hastalıktan kurtulman gerek. Seni tembellik ve erteleme hastalığından kurtaracak hekim bulmalı ve tedavi olmalısın.
Mevlana Mesnevi’sinde şöyle bir hikâye anlatır. Adamın biri yol kenarına diken fideleri ekti. Oradan geçenler onu uyararak yolun kenarına diken ekmemesi için uyardılar. Ektiklerini de söküp atmasını istediler. Adam söylenenlere ‘Sonra sökerim’ dedi. Dikenler her geçen gün biraz daha büyüyor, gelip geçenleri rahatsız ediyordu. İnsanların elbiseleri dikene takılarak yırtılıyordu.
O beldenin büyüğü olan bilge kişi “Bu dikenleri sök” diye uyarınca adam da “Bir gün sökeceğim” dedi.
Yarın sökerim, öbür gün sökerim derken zaman geçti. Dikenler iyice kökleşti. Bilge, adamı yanına çağırıp yine uyardı:
“Şu dikenleri bir an önce sök. Sözünde dur. İşini erteleme”. Adam yine “Merak etmeyin sökeceğim “ deyince Bilge, “Sen hep yarın diyerek yapacağın işi erteliyorsun. Her geçen gün o ektiğin dikenler büyüyüp güçleniyor. Derinlere kök salıyor. Dikenleri sökecek olan sen ise her gün ihtiyarlıyorsun, gücün kuvvetin azalıyor” dedi.
- Yolculuğu ertelemekle kendi elimle kendi yoluma diken mi ekmiş oluyorum.
- Tabii ki, sana verilen zaman dilimini çok iyi kullanmıyor hep yarınlara erteliyorsun.
- Neler yapabilirim?
- Öncelikle yıllık plan yapmalısın. Yapacağın işlere göre planını aylara bölüp aylık plan yapmalısın. Ayları da haftalara bölüp haftalık plan yapmalısın. Haftayı da günlere bölüp günlük plan yapmalısın. Böyle bir plan yapmada zorlanırsan yakının da bulunan bir orta öğretim öğretmeninden yararlanabilirsin. O ülkemin değerli saygı değer öğretmenleri bu yıllık, aylık, haftalık, günlük planları hep yaparlar. Ne yazık ki; öğrencilerin pek azı hayatında kendisini başarıdan başarıya götürecek planlı çalışmayı öğrenmezler.
İşlerini şöyle sıraya koyabilirsin: “Kesinlikle yapmalıyım, yapmalıyım, yaparsam iyi olur”. Hemen kendine gelecek aylık, üç aylık ve yıllık plan yap. Sakın plan yapmayı da ‘Sonra yaparım’ diye erteleme. Sonra Yahya Kemal’in: “ “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç” şarkısını okumaya başlarsın.
Hepinize planlı ve başarılı yarınlar diliyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun.
ZAMANI İYİ KULLANMAK GEREK
Yine koltuğumda oturmaktayım. Çok dalmış olacağım ki aynadaki dostumun sesiyle irkildim, ne dediğini anlayamadığım için sordum:
- Bir şey mi dedin.
- Yola ne zaman koyulacağını sordum.
- Uygun zamanı bulunca yola çıkmayı düşünüyorum.
- Sence uygun zaman ne zaman olur.
- Yapmam gereken bazı işlerim var onları halledince boş zamanım olacağına inanıyorum.
- Bence sen kendini aldatıyorsun. Bu günün işini yarına erteleyerek tembellik yapıyorsun. Bektaşi dedesine sormuşlar, “Dede hacca gidecek misin?”. “Evlat niyetimi yaptım, her türlü hazırlığımda tamam, param olunca mutlaka gideceğim” demiş. Seninde dede gibi niyetin ve hazırlığın tamam da zamanın yok, öylemi?
- Öyle demek istemedim fakat onun gibi bir şey.
- Bilgelerden biri “İnsan ömrü geçen yıl, içinde bulunduğumuz yıl ve gelecek yıldır” der. Geçen yıl geçti artık ele girmez, gelecek yıla kadar yaşayıp yaşamayacağımız belli değil. Önemli olan içinde bulunduğumuz yıl, bu yılı çok iyi değerlendirmek gerekir. Bilgelerden bazıları da, “İnsan ömrü üç gündür. Dün, bugün ve yarın diyerek, dün geçti geri gelmez, yarını ya görür ya da görmeyiz, gün bu gündür ne yapacaksanız bu gün yapın” derler. Güzel bir atasözü vardır, “Erteye kalan arkaya kalır”. Arkalarda kalmak istemiyorsan bugünün işini yarına bırakmamalısın. Ertelemek çok kötü bir alışkanlıktır.
Birçok insan bu alışkanlık yüzünden kariyerini, mutluluğunu, başarısını kaybediyor. Üniversite sınavlarına hazırlanan birçok genç bu yüzden sınavda başarılı olamıyor. Çünkü her ders çalışması gerektiğinde biraz sonra çalışırım, daha vaktim var, biraz dinleneyim, nasıl olsa yaparım, yarın çalışırım, bahaneleriyle çalışmayı erteler. ”Yarın hayaldir, gerçek olan bugündür.” Sende de işini yarına erteleme hastalığı var gibi. Bu hastalıktan kurtulman gerek. Seni tembellik ve erteleme hastalığından kurtaracak hekim bulmalı ve tedavi olmalısın.
Mevlana Mesnevi’sinde şöyle bir hikâye anlatır. Adamın biri yol kenarına diken fideleri ekti. Oradan geçenler onu uyararak yolun kenarına diken ekmemesi için uyardılar. Ektiklerini de söküp atmasını istediler. Adam söylenenlere ‘Sonra sökerim’ dedi. Dikenler her geçen gün biraz daha büyüyor, gelip geçenleri rahatsız ediyordu. İnsanların elbiseleri dikene takılarak yırtılıyordu.
O beldenin büyüğü olan bilge kişi “Bu dikenleri sök” diye uyarınca adam da “Bir gün sökeceğim” dedi.
Yarın sökerim, öbür gün sökerim derken zaman geçti. Dikenler iyice kökleşti. Bilge, adamı yanına çağırıp yine uyardı:
“Şu dikenleri bir an önce sök. Sözünde dur. İşini erteleme”. Adam yine “Merak etmeyin sökeceğim “ deyince Bilge, “Sen hep yarın diyerek yapacağın işi erteliyorsun. Her geçen gün o ektiğin dikenler büyüyüp güçleniyor. Derinlere kök salıyor. Dikenleri sökecek olan sen ise her gün ihtiyarlıyorsun, gücün kuvvetin azalıyor” dedi.
- Yolculuğu ertelemekle kendi elimle kendi yoluma diken mi ekmiş oluyorum.
- Tabii ki, sana verilen zaman dilimini çok iyi kullanmıyor hep yarınlara erteliyorsun.
- Neler yapabilirim?
- Öncelikle yıllık plan yapmalısın. Yapacağın işlere göre planını aylara bölüp aylık plan yapmalısın. Ayları da haftalara bölüp haftalık plan yapmalısın. Haftayı da günlere bölüp günlük plan yapmalısın. Böyle bir plan yapmada zorlanırsan yakının da bulunan bir orta öğretim öğretmeninden yararlanabilirsin. O ülkemin değerli saygı değer öğretmenleri bu yıllık, aylık, haftalık, günlük planları hep yaparlar. Ne yazık ki; öğrencilerin pek azı hayatında kendisini başarıdan başarıya götürecek planlı çalışmayı öğrenmezler.
İşlerini şöyle sıraya koyabilirsin: “Kesinlikle yapmalıyım, yapmalıyım, yaparsam iyi olur”. Hemen kendine gelecek aylık, üç aylık ve yıllık plan yap. Sakın plan yapmayı da ‘Sonra yaparım’ diye erteleme. Sonra Yahya Kemal’in: “ “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç” şarkısını okumaya başlarsın.
Hepinize planlı ve başarılı yarınlar diliyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun.
47. Bölüm Erhan ile Ömer Baba Buluşması
İskender’in beklenmeyen karşı atağı sonucu kolunu kaybeden Erhan mutsuzdu. Sanki hayatının tüm manası kaybettiği uzvunun mevcudiyetinde toplanmış; etinden kopup giderken de geride ona tadılmaya değer hiçbir güzellik bırakmamıştı. Bundan sonraki hayatına nasıl devam edeceğini bilemiyor; acizlik olarak betimlediği durumunu gördükçe; o hain pusuda ölüp gitmediği için gizliden gizliye dertleniyordu. Huzursuzluğunun içinde huzuru ararken; Ömer babanın kapısını çaldı. Erhan’ın anlattıklarını sükunetle dinleyen baba; bunun üzerine ona şu hikayeyi anlattı:
Bir tüccarın her zaman ben mutsuzum diyen bir oğlu varmış. Tüccar mutluluğun sırrını öğrenmesi için oğlunu zamanın en bilge kişisinin yanına yollamış. Delikanlı o bilge kişiye ulaşmak için çölde kırk gün yürüdükten sonra bir tepenin üzerinde bilgenin sarayını görmüş. Muaazam bir saraymış. Hemen oraya tırmanmış ve bilge ile görüşmek istediğini söylemiş. Bilge ile görüşmeyi beklerken salonda hummalı bir hareketlilik varmış. Salon çok kalabalık bir tarafta orkestra ezgiler çalarken, insanlar kendi aralarında sohbet etmekte ve bilge kişiyle görüşmek için sırasını beklemekte. Görüşme sırası kendine gelince delikanlı bilgeye mutluluğun sırrını sormuş. Bilge şu an anda sana bunu öğretmeye zamanım yok… sen şimdi çık sarayı dolaş gez etrafa bak iki saat sonra gel deyip çocuğun eline bir kaşık tutuşturmuş ve içine iki damla yağ damlatmış: “sarayda dolaşırken bu kaşığı elinde tutacak ve yağı dökmeyeceksin” demiş. Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkarak sarayın içini dışını bir güzel gezmiş, ama gözünü elindeki kaşıktan hiç ayırmıyor, yağın dökülmemesi için çok dikkat ediyormuş. İki saat sonra Bilgenin yanına gelmiş. Bilge: Sarayı gezdin mi deyince, Genç: Evet gezdim çok büyükmüş demiş. Bilge: Peki salondaki acem halılarını gördün mü, duvardaki tabloları, bahçıvanımın on yılda emek çekerek meydana getirdiği o güzel bahçeyi, rengarenk çiçekleri gördün mü ve kütüphanede kitapları? Sorular karşısında delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. Çünkü bilgenin verdiği yağı dökmemek için çabaladığından başka bir şeye dikkat edemediğini söylemiş. Bilge öyle ise tekrar çık çevrendeki harikaları iyice tanı oturduğu evi tanıyamayan mutluluğun sırrını öğrenemez demiş. Delikanlı kaşığı tekrar eline alarak sarayı gezmeye çıkmış bu sefer her şeyi inceden inceye görüp bahçeyi çiçekleri duvardaki tabloları bütün sanat eserlerini büyük bir zevk ve heyecan ile incelemiş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini ayrıntıları ile anlatmış. Bilge: Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede diye sormuş. Kaşığa bakan delikanlı kaşıktaki yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bilge: İşte oğlum dünyanın bütün harikalarını görerek mutluluğun sırrını öğrenebilirsin, ancak kaşıktaki yağı unutarak…
Bir tüccarın her zaman ben mutsuzum diyen bir oğlu varmış. Tüccar mutluluğun sırrını öğrenmesi için oğlunu zamanın en bilge kişisinin yanına yollamış. Delikanlı o bilge kişiye ulaşmak için çölde kırk gün yürüdükten sonra bir tepenin üzerinde bilgenin sarayını görmüş. Muaazam bir saraymış. Hemen oraya tırmanmış ve bilge ile görüşmek istediğini söylemiş. Bilge ile görüşmeyi beklerken salonda hummalı bir hareketlilik varmış. Salon çok kalabalık bir tarafta orkestra ezgiler çalarken, insanlar kendi aralarında sohbet etmekte ve bilge kişiyle görüşmek için sırasını beklemekte. Görüşme sırası kendine gelince delikanlı bilgeye mutluluğun sırrını sormuş. Bilge şu an anda sana bunu öğretmeye zamanım yok… sen şimdi çık sarayı dolaş gez etrafa bak iki saat sonra gel deyip çocuğun eline bir kaşık tutuşturmuş ve içine iki damla yağ damlatmış: “sarayda dolaşırken bu kaşığı elinde tutacak ve yağı dökmeyeceksin” demiş. Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkarak sarayın içini dışını bir güzel gezmiş, ama gözünü elindeki kaşıktan hiç ayırmıyor, yağın dökülmemesi için çok dikkat ediyormuş. İki saat sonra Bilgenin yanına gelmiş. Bilge: Sarayı gezdin mi deyince, Genç: Evet gezdim çok büyükmüş demiş. Bilge: Peki salondaki acem halılarını gördün mü, duvardaki tabloları, bahçıvanımın on yılda emek çekerek meydana getirdiği o güzel bahçeyi, rengarenk çiçekleri gördün mü ve kütüphanede kitapları? Sorular karşısında delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. Çünkü bilgenin verdiği yağı dökmemek için çabaladığından başka bir şeye dikkat edemediğini söylemiş. Bilge öyle ise tekrar çık çevrendeki harikaları iyice tanı oturduğu evi tanıyamayan mutluluğun sırrını öğrenemez demiş. Delikanlı kaşığı tekrar eline alarak sarayı gezmeye çıkmış bu sefer her şeyi inceden inceye görüp bahçeyi çiçekleri duvardaki tabloları bütün sanat eserlerini büyük bir zevk ve heyecan ile incelemiş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini ayrıntıları ile anlatmış. Bilge: Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede diye sormuş. Kaşığa bakan delikanlı kaşıktaki yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bilge: İşte oğlum dünyanın bütün harikalarını görerek mutluluğun sırrını öğrenebilirsin, ancak kaşıktaki yağı unutarak…
Ömer Baba'nın Gündemi- Zaman sermayesi
ZAMANI DEĞERLENDİRMEK
Zaman sermayesi
Akşam haberlerini izlemeye başladım içim karardı. Kumandayla gezineyim derken karşıma klasik bir film çıktı. Büyük bir zevkle izlemeye başladım. Filim bitti yerimden kalktım her zaman yaptığım gibi aynamın karşısına geçtim. Çok solgun ve yorgun bir yüz gördüm. Hemen sorusunu sordu.
- Televizyon karşısında ne kadar zaman geçirdiğinin farkında mısın?
- Kalktığımda baktım, beş saat olmuş. Gerçekten çok uzun bir zaman dilimini kaybettiğimin farkındayım.
- Zaman sermayesini iyi yönetmek için, plan yapmalısın.
- Hayatımı bir kurulu saat gibi, şu saatte şunu şu saate bunu yapacaksın şeklinde yaşamak istemem. Her şeyde olduğu gibi zamanımı kullanmakta da özgür olmak isterim.
- Senin adına planı başkaları yapıyor ve senin uygulamanı istiyorsa haklısın. Ben senin yapacağın ve uygulayacağın plandan bahis ediyorum.
- Plan yapmak ne işime yarayacak ki, plan yapmadan da yaşam devam ediyor.
- Bir işi gerçekleştirmek için önceden belirlenen hususların bütününe plan denir. Ne yapacağına, nasıl yapacağına, ne zaman ve ne kadar zamanda yapacağına kendin karar vereceksin. Her zaman kendine bir hedef belirlemeli ve o hedefi yakalamak için gerekli planı yapmalısın. Günü birlik önüne ne çıkarsa öyle yaşamak değil, hedefine ulaşmak için gerekeni yaparak yaşaman gerekir. Her zaman gerekenleri yapmak istersin ama zamanın tuzaklarla dolu olduğunu unutma. Yaşadığın zaman sürecinde edindiğin birçok alışkanlıkların var. Bu alışkanlıkları bırakmak istediğinde çok zorlanırsın. Bu durum bir bakıma nefsinin istek ve arzularıyla savaşmaktır.
- Benim hiçbir kötü alışkanlığım yok ki, sen neden bahsediyorsun?
- İstersen alışkanlıklarını şöyle bir sıralayalım. Hayatını plansız yaşıyorsun, yapmak istediğin birçok şey var ama sen isteklerin içinden öncelikleri belirleyemiyor ve sıralayamıyorsun. Yapmaya karar verdiğin şeyleri bile sonra nasıl olsa yaparım diye erteliyorsun. Bazen de bir işi yapmak için çok acele ettiğinden yanlış yapıyorsun. Arkadaşlarından sana bir teklif geldiğinde hiç düşünmeden kabul eden açık kapı gibisin. Arkadaşlarınla takıldığında ne kadar zamanın heder oluyor farkında mısın? Nedense bazen özgürlüğünü unutuyorsun. Hele şu gün boyu yaptığın gereksiz telefonlar. Hiç düşündün mü ne kadar zamanını alıyor. Merak ediyorsan yatmadan önce cep telefonunu kontrol et. Arayanlar ve aradıklarının listesine bak. Ne kadar zamanın gereksiz konuşmalarla geçmiş, bu arada ne kadar işini aksatmışsın hesapla. Birde mesajlara ayırdığın zamanı hesapla. Biliyorum bunları söylemem seni sıkıyor ama bu senin gerçeğin ve alışkanlıkların.
- Alışkanlıklarımın hepsi bu kadar mı?
- İstiyorsan devam edeyim. Zamanının birçoğunu gündemsiz ve amaçsız toplantılarla geçiriyorsun. Yapacağın işlerde kesin kararlı olamıyorsun. Her şeyi mutlaka başarmak zorundaymışsın gibi başkalarına yetki veremiyorsun. Bazen de kendini kandırıyorsun eline bir kitap alıyor okuyormuş gibi yapıyorsun. Biraz önce çok açık bir örneğini yaşadın. Televizyon başında beş saatini geçirdin. Her günün her saatin her dakikan hatta her saniyen bile çok kıymetli olduğunu unuttun.
- Bu durumu düzeltmek için ne yapabilirim?
- Gerçek bir planlama yaparak okumaya, dinlemeye, izlemeye, gündemi iyi takip etmeye, düşünmeye, düşündüklerini yazılı ve sözlü olarak ifade etmeye zaman ayırmalısın. İşlerini; Kesinlikle yapmam gerekiyor, yapmalıyım, yaparsam iyi olur şeklinde öncelik sırasına koymalısın. Gelecek gün, aylık, üç aylık ve yıllık plan yap. Planlı yaşamak hayat yolculuğunda atılan en kıymetli adımdır. Unutma ki, “Binlerce kilometrelik bir yolculuk bir tek adımla başlar.” Bir bilgenin define arayıcısı arkadaşı vardır. Definecilik çok gizemli ve heyecanlı bir iştir. Bunlarında hikâyeleri avcıların hikâyeleri gibi bitmez tükenmez. Hikâyelerinin sonunda mutlaka birileri bir gömü bulmuş ve zengin olmuştur. Bilgenin arkadaşı artık yaşlanmış ama hikâyeleri bitmemiştir. Geçen yıllar içinde hiçbir şey bulmak nasıp olmamıştır. Bilge bir gün arkadaşına sorar.
- Eğer bir gün Karun’un hazinelerini bulsan ne olur?
- Dünyanın en zengin adamı olurum daha ne olsun!
- O hazinenin faydası olsa Karun’a olurdu.
- Canım o kıymetini bilmemiş, hele ben bir bulayım kıymetini çok iyi bilirim. Fakire fukaraya, yetime, öksüze, yoksullar yardım ederim. İş yerleri açar insanlara iş yapma fırsatı verirdim.
- Hazineyi bulduğunda Azrail karşına çıksa, “Ruhunu almaya geldim” dese, sende ona “Bulduğum bu hazinemin hepsini sana vereyim, ne olur bana bir saat izin ver de sevdiklerimle görüşeyim sonra ruhumu al” desen izin verir mi?
- Hiç sanmıyorum, vakti gelmişse hiç tehir etmez görevini yapar.
- Bütün hazinelerini verdiğin halde ömrünü bir saat bile uzatamıyorsun. Demek ki; yıllardır dağda bayırda harabelerde geçirdiğin ömrünün bir saati bile Karun’un hazinelerinden kıymetliymiş.
Çok kıymetli zamanımız su gibi kıvrılarak hiç durmadan akıp giderken bizler neler yapıyoruz. Zamanı durduramazsınız ama zamanı iyi kullanmak elinizde. Zamanı kendinize ailenize yurdunuza faydalı olacak şekilde değerlendirin.
Hayırlı bir ömür içinde Allah yar ve yardımcınız olsun.
Zaman sermayesi
Akşam haberlerini izlemeye başladım içim karardı. Kumandayla gezineyim derken karşıma klasik bir film çıktı. Büyük bir zevkle izlemeye başladım. Filim bitti yerimden kalktım her zaman yaptığım gibi aynamın karşısına geçtim. Çok solgun ve yorgun bir yüz gördüm. Hemen sorusunu sordu.
- Televizyon karşısında ne kadar zaman geçirdiğinin farkında mısın?
- Kalktığımda baktım, beş saat olmuş. Gerçekten çok uzun bir zaman dilimini kaybettiğimin farkındayım.
- Zaman sermayesini iyi yönetmek için, plan yapmalısın.
- Hayatımı bir kurulu saat gibi, şu saatte şunu şu saate bunu yapacaksın şeklinde yaşamak istemem. Her şeyde olduğu gibi zamanımı kullanmakta da özgür olmak isterim.
- Senin adına planı başkaları yapıyor ve senin uygulamanı istiyorsa haklısın. Ben senin yapacağın ve uygulayacağın plandan bahis ediyorum.
- Plan yapmak ne işime yarayacak ki, plan yapmadan da yaşam devam ediyor.
- Bir işi gerçekleştirmek için önceden belirlenen hususların bütününe plan denir. Ne yapacağına, nasıl yapacağına, ne zaman ve ne kadar zamanda yapacağına kendin karar vereceksin. Her zaman kendine bir hedef belirlemeli ve o hedefi yakalamak için gerekli planı yapmalısın. Günü birlik önüne ne çıkarsa öyle yaşamak değil, hedefine ulaşmak için gerekeni yaparak yaşaman gerekir. Her zaman gerekenleri yapmak istersin ama zamanın tuzaklarla dolu olduğunu unutma. Yaşadığın zaman sürecinde edindiğin birçok alışkanlıkların var. Bu alışkanlıkları bırakmak istediğinde çok zorlanırsın. Bu durum bir bakıma nefsinin istek ve arzularıyla savaşmaktır.
- Benim hiçbir kötü alışkanlığım yok ki, sen neden bahsediyorsun?
- İstersen alışkanlıklarını şöyle bir sıralayalım. Hayatını plansız yaşıyorsun, yapmak istediğin birçok şey var ama sen isteklerin içinden öncelikleri belirleyemiyor ve sıralayamıyorsun. Yapmaya karar verdiğin şeyleri bile sonra nasıl olsa yaparım diye erteliyorsun. Bazen de bir işi yapmak için çok acele ettiğinden yanlış yapıyorsun. Arkadaşlarından sana bir teklif geldiğinde hiç düşünmeden kabul eden açık kapı gibisin. Arkadaşlarınla takıldığında ne kadar zamanın heder oluyor farkında mısın? Nedense bazen özgürlüğünü unutuyorsun. Hele şu gün boyu yaptığın gereksiz telefonlar. Hiç düşündün mü ne kadar zamanını alıyor. Merak ediyorsan yatmadan önce cep telefonunu kontrol et. Arayanlar ve aradıklarının listesine bak. Ne kadar zamanın gereksiz konuşmalarla geçmiş, bu arada ne kadar işini aksatmışsın hesapla. Birde mesajlara ayırdığın zamanı hesapla. Biliyorum bunları söylemem seni sıkıyor ama bu senin gerçeğin ve alışkanlıkların.
- Alışkanlıklarımın hepsi bu kadar mı?
- İstiyorsan devam edeyim. Zamanının birçoğunu gündemsiz ve amaçsız toplantılarla geçiriyorsun. Yapacağın işlerde kesin kararlı olamıyorsun. Her şeyi mutlaka başarmak zorundaymışsın gibi başkalarına yetki veremiyorsun. Bazen de kendini kandırıyorsun eline bir kitap alıyor okuyormuş gibi yapıyorsun. Biraz önce çok açık bir örneğini yaşadın. Televizyon başında beş saatini geçirdin. Her günün her saatin her dakikan hatta her saniyen bile çok kıymetli olduğunu unuttun.
- Bu durumu düzeltmek için ne yapabilirim?
- Gerçek bir planlama yaparak okumaya, dinlemeye, izlemeye, gündemi iyi takip etmeye, düşünmeye, düşündüklerini yazılı ve sözlü olarak ifade etmeye zaman ayırmalısın. İşlerini; Kesinlikle yapmam gerekiyor, yapmalıyım, yaparsam iyi olur şeklinde öncelik sırasına koymalısın. Gelecek gün, aylık, üç aylık ve yıllık plan yap. Planlı yaşamak hayat yolculuğunda atılan en kıymetli adımdır. Unutma ki, “Binlerce kilometrelik bir yolculuk bir tek adımla başlar.” Bir bilgenin define arayıcısı arkadaşı vardır. Definecilik çok gizemli ve heyecanlı bir iştir. Bunlarında hikâyeleri avcıların hikâyeleri gibi bitmez tükenmez. Hikâyelerinin sonunda mutlaka birileri bir gömü bulmuş ve zengin olmuştur. Bilgenin arkadaşı artık yaşlanmış ama hikâyeleri bitmemiştir. Geçen yıllar içinde hiçbir şey bulmak nasıp olmamıştır. Bilge bir gün arkadaşına sorar.
- Eğer bir gün Karun’un hazinelerini bulsan ne olur?
- Dünyanın en zengin adamı olurum daha ne olsun!
- O hazinenin faydası olsa Karun’a olurdu.
- Canım o kıymetini bilmemiş, hele ben bir bulayım kıymetini çok iyi bilirim. Fakire fukaraya, yetime, öksüze, yoksullar yardım ederim. İş yerleri açar insanlara iş yapma fırsatı verirdim.
- Hazineyi bulduğunda Azrail karşına çıksa, “Ruhunu almaya geldim” dese, sende ona “Bulduğum bu hazinemin hepsini sana vereyim, ne olur bana bir saat izin ver de sevdiklerimle görüşeyim sonra ruhumu al” desen izin verir mi?
- Hiç sanmıyorum, vakti gelmişse hiç tehir etmez görevini yapar.
- Bütün hazinelerini verdiğin halde ömrünü bir saat bile uzatamıyorsun. Demek ki; yıllardır dağda bayırda harabelerde geçirdiğin ömrünün bir saati bile Karun’un hazinelerinden kıymetliymiş.
Çok kıymetli zamanımız su gibi kıvrılarak hiç durmadan akıp giderken bizler neler yapıyoruz. Zamanı durduramazsınız ama zamanı iyi kullanmak elinizde. Zamanı kendinize ailenize yurdunuza faydalı olacak şekilde değerlendirin.
Hayırlı bir ömür içinde Allah yar ve yardımcınız olsun.
Ömer Baba'nın Gündemi- Merhamet
GÖRDÜKLERİMİZ NE KADAR GERÇEK
Merhamet
Okuyucularımdan birinin yazdığı yorum beni hayretler içinde bıraktı. Aile içi şiddetten bahsediyor. Diyebilirsiniz ki ne var bunda. Her gün medyada buna benzer haberler duyuyoruz. Beni hayrete düşüren, şiddeti yapan babanın, Kur’an okuduğu ve ölünceye kadar namaz kılmış olmasıydı.
Şiddet her toplumda var olagelen bir hastalıktır. Dünyamızın en gelişmiş ülkeleri olarak bildiğimiz ülkelerde de şiddet olmakta, güçlü olanlar güçsüz olanlara karşı bu şiddeti uygulamaktadır. İnsanlık âleminden şiddeti kaldıracak din, İslam dinidir. İslam barış anlamına gelmektedir. İslam dininin kurallarını belirleyen, yüce Rabbimizin kelamı olan Kur’an; “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla” ayetiyle başlar. Bu ayetle Allah'ın esirgeyen bağışlayan acıyan olduğu belirtildiği gibi Kur'an okuyan Müslümanlar'ın da merhametli ve bağışlayıcı olmaları mesajı verilir.
Her haliyle Kur’an ahlakını yaşayan yüce Peygamberimiz bir gün torunları ve sahabenin bazı çocukları ile şakalaşıyordu. Çocuklardan bazısı Sevgili Peygamberimiz’in omzunda bazısı başındaydılar. O sırada bir şahıs Peygamber'in bulunduğu odaya girdi ve Peygamber'i çocuklarla oynarken görünce hayretler içinde kaldı. Sert bir şekilde ”Burada neler oluyor? Benim on çocuğum ve torunlarım var, hiç birini kucağıma almış sevmiş değilim” dedi. Rahmet Peygamber'i bütün Müslümanlar'a kural olacak ve hayatlarına uygulayacakları şu cevabı verdi: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” O çocukları hep sevdi, hayatı boyunca hiçbir çocuğa fiske vurmadı, hep korudu ve korunmalarını istedi. Her kime sorsanız bu konuda sayısızca örnekler anlatırlar. Peki, nasıl oluyor da bunları bilen Müslüman kişi şiddet uygulayabiliyor. Şu gerçeği unutmamak gerek “Müslüman olmak çok kolay Müslüman’ca yaşamak çok zor” kelime –i şahadet getirerek Müslüman olunur ama Müslüman’ca yaşamak için gerekli bilgiye ihtiyaç vardır. Gerekli bilgileri, ahlaki kuralları öğrenip kişinin hayatına uygulaması gerekir. Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Hz. Muhammed bütün Müslümanlar'ın örneği, rol modelidir. O’na uyduğunu diliyle söyleyip de uygulamada tersini yapanlar sadece kendilerini aldatan zavallılardır. Kuran -ı Kerim bir ayette namaz hakkında “Namaz mutlaka günahlardan ve kötülüklerden uzak eder” buyurur. Bu ayeti dikkate alan bazı sahabeler “Ya Allah’ın Resulü bazı adamlar var ki namaz kılıyorlar, ama kötülük de yapıyorlar bu nasıl olur?” dediler. Allah’ın Resulü, "Kıldığı namaz kişiyi kötülüklerden uzaklaştırmıyorsa, Allah’tan uzaklaştırır!” buyurdu.
Konuyu İslam dini açısından açıklamaya çalıştım. Gerçeği ve şiddetin nedenlerini yalnız Allah bilir. Şiddet yapanın haklı oluşu doğru yaptığı anlamına gelmez. Bazı adet ve gelenekler toplumumuzu sarmış sarmalamıştır. Yaşadığımız çevremiz, ailemiz bizlere birçok şeyi miras olarak bırakır. İnsanlar hiç araştırmadan annesinin babasının ya da çevrede büyük diye bilinen birinin yaptığı şeyi kabullenir ve kendi hayatında uygular. Özellikle Türk insanı kadın olsun erkek olsun dayak yiyerek büyür. Anne baba çocuğunu döverek terbiye ettiğini sanır. Çocuklar okula başlar öğretmenler dayak atarak eğittiklerini sanır. Çocuk yetişir artık genç olmuştur. Yirmi yaşında delikanlıdır vatan görevini yapmaya davul zurna ile gider, dayak yemeden, küfür edilmeden geri dönen yok gibidir. Hayatında bu kadar dayak ve şiddet olan kişi sağlıklı davranabilir mi? Önce evlerden, okullardan, sokaklardan, peygamber ocağı dediğimiz asker ocağından dayağın kalkması gerekir.
Askerlik görevimi yaparken şahit olduğum çok komik bir olayı sizlere anlatayım. İki asker karavana taşımakta, yanlarında da bir onbaşı var. Onbaşı yolun bir yerinde askerleri durdurdu ve onlardan birini tekme tokat dövmeye başladı. Yanlarına gittim beni görünce dövmeyi bıraktı. Onbaşıya, "Bu asker ne yaptı ki dövüyorsun?" dediğimde, "Benden öncekiler de beni dövmüşlerdi" dedi. İşte dövmenin sövmenin gerekçesi bu kadar saçma. Başkaları yapıyor, ben de yapıyorum.
Güzel ülkemizin güzel insanları artık güzel eğitilmeli ve güzel yaşamalı. Geçmişin karanlıklarında kalmamalı. İnanıyorum ki; insanlar çirkin olan davranışlarını bırakacak güzel şeyler yapacaklar. Bu konuda eğiticilere çok görev düşüyor. Bazı kişiler her konuda olduğu gibi şiddet konusunda da kolayına kaçıp bazı dizilerin şiddeti teşvik ettiğini söylemekteler. İstedikleri hep üstü örtülsün gizlensin. Bu şiddet olayları gösterilip anlatılmazsa toplum bu davranışların kötü olduğunu nasıl öğrenecek. Bence anne – babalar dizileri çocuklarıyla beraber izlemeli, neyin iyi neyin kötü olduğunu o diziler üzerinden anlatmalı çocuğuna. Çünkü orada canlı bir örnek sunuluyor.
Okuruma tavsiyem, olanlar olmuş ve bitmiştir. Geçmişi yeniden yaşamak mümkün değil. Geri kalan ömrünü geçmişine ağlayarak değil, geleceğini gülerek, güzel yaşamalısın. Aklını iyi kullanarak ayaklarının üstüne durmalısın. Yüce Rabbim'den dileğim, her şey gönlünce olsun ve seni mutlu kılsın.
Ey kendini İslam dininin mensubu olduğunu savunan ve onunla övünen Müslüman kardeşlerim, hep beraber hiddet ve şiddeti evimizden, çevremizden uzaklaştırmak için gayret edelim. Şiddet uygulayan kişileri uyaralım ve engel olmaya çalışalım.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
Merhamet
Okuyucularımdan birinin yazdığı yorum beni hayretler içinde bıraktı. Aile içi şiddetten bahsediyor. Diyebilirsiniz ki ne var bunda. Her gün medyada buna benzer haberler duyuyoruz. Beni hayrete düşüren, şiddeti yapan babanın, Kur’an okuduğu ve ölünceye kadar namaz kılmış olmasıydı.
Şiddet her toplumda var olagelen bir hastalıktır. Dünyamızın en gelişmiş ülkeleri olarak bildiğimiz ülkelerde de şiddet olmakta, güçlü olanlar güçsüz olanlara karşı bu şiddeti uygulamaktadır. İnsanlık âleminden şiddeti kaldıracak din, İslam dinidir. İslam barış anlamına gelmektedir. İslam dininin kurallarını belirleyen, yüce Rabbimizin kelamı olan Kur’an; “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla” ayetiyle başlar. Bu ayetle Allah'ın esirgeyen bağışlayan acıyan olduğu belirtildiği gibi Kur'an okuyan Müslümanlar'ın da merhametli ve bağışlayıcı olmaları mesajı verilir.
Her haliyle Kur’an ahlakını yaşayan yüce Peygamberimiz bir gün torunları ve sahabenin bazı çocukları ile şakalaşıyordu. Çocuklardan bazısı Sevgili Peygamberimiz’in omzunda bazısı başındaydılar. O sırada bir şahıs Peygamber'in bulunduğu odaya girdi ve Peygamber'i çocuklarla oynarken görünce hayretler içinde kaldı. Sert bir şekilde ”Burada neler oluyor? Benim on çocuğum ve torunlarım var, hiç birini kucağıma almış sevmiş değilim” dedi. Rahmet Peygamber'i bütün Müslümanlar'a kural olacak ve hayatlarına uygulayacakları şu cevabı verdi: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” O çocukları hep sevdi, hayatı boyunca hiçbir çocuğa fiske vurmadı, hep korudu ve korunmalarını istedi. Her kime sorsanız bu konuda sayısızca örnekler anlatırlar. Peki, nasıl oluyor da bunları bilen Müslüman kişi şiddet uygulayabiliyor. Şu gerçeği unutmamak gerek “Müslüman olmak çok kolay Müslüman’ca yaşamak çok zor” kelime –i şahadet getirerek Müslüman olunur ama Müslüman’ca yaşamak için gerekli bilgiye ihtiyaç vardır. Gerekli bilgileri, ahlaki kuralları öğrenip kişinin hayatına uygulaması gerekir. Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Hz. Muhammed bütün Müslümanlar'ın örneği, rol modelidir. O’na uyduğunu diliyle söyleyip de uygulamada tersini yapanlar sadece kendilerini aldatan zavallılardır. Kuran -ı Kerim bir ayette namaz hakkında “Namaz mutlaka günahlardan ve kötülüklerden uzak eder” buyurur. Bu ayeti dikkate alan bazı sahabeler “Ya Allah’ın Resulü bazı adamlar var ki namaz kılıyorlar, ama kötülük de yapıyorlar bu nasıl olur?” dediler. Allah’ın Resulü, "Kıldığı namaz kişiyi kötülüklerden uzaklaştırmıyorsa, Allah’tan uzaklaştırır!” buyurdu.
Konuyu İslam dini açısından açıklamaya çalıştım. Gerçeği ve şiddetin nedenlerini yalnız Allah bilir. Şiddet yapanın haklı oluşu doğru yaptığı anlamına gelmez. Bazı adet ve gelenekler toplumumuzu sarmış sarmalamıştır. Yaşadığımız çevremiz, ailemiz bizlere birçok şeyi miras olarak bırakır. İnsanlar hiç araştırmadan annesinin babasının ya da çevrede büyük diye bilinen birinin yaptığı şeyi kabullenir ve kendi hayatında uygular. Özellikle Türk insanı kadın olsun erkek olsun dayak yiyerek büyür. Anne baba çocuğunu döverek terbiye ettiğini sanır. Çocuklar okula başlar öğretmenler dayak atarak eğittiklerini sanır. Çocuk yetişir artık genç olmuştur. Yirmi yaşında delikanlıdır vatan görevini yapmaya davul zurna ile gider, dayak yemeden, küfür edilmeden geri dönen yok gibidir. Hayatında bu kadar dayak ve şiddet olan kişi sağlıklı davranabilir mi? Önce evlerden, okullardan, sokaklardan, peygamber ocağı dediğimiz asker ocağından dayağın kalkması gerekir.
Askerlik görevimi yaparken şahit olduğum çok komik bir olayı sizlere anlatayım. İki asker karavana taşımakta, yanlarında da bir onbaşı var. Onbaşı yolun bir yerinde askerleri durdurdu ve onlardan birini tekme tokat dövmeye başladı. Yanlarına gittim beni görünce dövmeyi bıraktı. Onbaşıya, "Bu asker ne yaptı ki dövüyorsun?" dediğimde, "Benden öncekiler de beni dövmüşlerdi" dedi. İşte dövmenin sövmenin gerekçesi bu kadar saçma. Başkaları yapıyor, ben de yapıyorum.
Güzel ülkemizin güzel insanları artık güzel eğitilmeli ve güzel yaşamalı. Geçmişin karanlıklarında kalmamalı. İnanıyorum ki; insanlar çirkin olan davranışlarını bırakacak güzel şeyler yapacaklar. Bu konuda eğiticilere çok görev düşüyor. Bazı kişiler her konuda olduğu gibi şiddet konusunda da kolayına kaçıp bazı dizilerin şiddeti teşvik ettiğini söylemekteler. İstedikleri hep üstü örtülsün gizlensin. Bu şiddet olayları gösterilip anlatılmazsa toplum bu davranışların kötü olduğunu nasıl öğrenecek. Bence anne – babalar dizileri çocuklarıyla beraber izlemeli, neyin iyi neyin kötü olduğunu o diziler üzerinden anlatmalı çocuğuna. Çünkü orada canlı bir örnek sunuluyor.
Okuruma tavsiyem, olanlar olmuş ve bitmiştir. Geçmişi yeniden yaşamak mümkün değil. Geri kalan ömrünü geçmişine ağlayarak değil, geleceğini gülerek, güzel yaşamalısın. Aklını iyi kullanarak ayaklarının üstüne durmalısın. Yüce Rabbim'den dileğim, her şey gönlünce olsun ve seni mutlu kılsın.
Ey kendini İslam dininin mensubu olduğunu savunan ve onunla övünen Müslüman kardeşlerim, hep beraber hiddet ve şiddeti evimizden, çevremizden uzaklaştırmak için gayret edelim. Şiddet uygulayan kişileri uyaralım ve engel olmaya çalışalım.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
Ömer Baba'nın Gündemi- Şehvet ve akıl
Şehvet ve akıl
Cenabı-ı Hak, evreni yarattı ve onu canlı - cansız sayısız varlıklarla donattı. Ayrıca yarattığı varlıkların devamlılığını da bazı kanunlara bağladı. Melekleri yarattı ve onlara akıl verdi. Melekler ilahi emrin dışında hareket edemez, Allah c.c. bildirdiğini bilir, Allah ne dilerse onu yaparlar.
Hayvanları yarattı ve onlara şehvet duygusunu verdi. İçgüdüleriyle hareket ederler.
İnsanları yarattı ve onlara hem şehvet hem de akıl verdi. İnsan şehvet ve hisleri yönüyle hayvan, akıl yönüyle de melek gibidir. Aklı şehvetine hâkim olan gerçek insan, aklı şehvetinin emrinde olan, hayvanlar derecesine düşmüş aciz insandır. Hayvanlar annelerinden doğduklarında, içgüdüleriyle annelerinin memesini bulur ve ondaki sütü emerler. İnsan ise akıllı varlık olmasına rağmen annesinin memesini bulup ta ememez ve acından ölür. Ancak annesi şefkatli elleriyle bebeği alır, göğsüne bastırır ve yavrusunu doyurur.
İnsan, hayatının her döneminde şefkatli ele ve sevgiye muhtaçtır. İnsan yaradılışı gereği eğitime muhtaçtır. İlk eğitimini anne babasından yani ailesinden alır. Yarınlara hayırlı gençler yetiştirmek isteyen aileler çocuklarının şehvetine esir olmasını değil, aklını çok iyi kullanarak iyiyi güzeli, doğruyu bulmalarını ve topluma faydalı bireyler olmalarını isterler. Anne babanın bu isteğine rağmen bazı gençler şehvetlerine uyarak kürek mahkûmu olur.
Sultanın biri halk kıyafeti giyerek halkın içinde gezmeye çıkar. Deniz kıyısında yaşlı bir adamın çocuklar gibi ağladığını görür ve yanına yaklaşır.
- Dede bir kaybın mı var?
- Başıma çok kötü şeyler geldi. Ben fakir bir balıkçı olmama rağmen çok emekler çekerek büyütüp yetiştirdiğim biricik oğlum küreğe mahkûm oldu.
- Ben sultanın yakınıyım, yarın saraya gel ben mutlaka bunun çaresini bulur ve seni bu üzüntüden kurtarırım.
Ertesi gün, adamcağızı sarayda bekler ama yaşlı adam gelmez. Sultan adamlarını gönderir yaşlı adam ve oğlu hakkında araştırma yaptırır.
Yaşlı adamın gerçekten balıkçı olduğunu, oğlunun ise elmas yontma ve işleme ustası olduğunu, çok yakışıklı olan oğlanı bir bayanın baştan çıkardığını ve oğlanın kapıldığı bu sevda uğruna evini, sanatını ve işini terk ederek bayanla yaşamaya başladığını, hatta yaşlı adamın ağladığı gün de evlendiklerini öğrenir.
Sultan adamlarına yaşlı adamı bulup huzuruna getirmelerini ister. Yaşlı adamı getirince Sultan:
- Oğlunun bir kadınla evlenmiş olduğunu öğrendim. Sen ise ‘Oğlum küreğe mahkûm oldu’ demiştin.
Balıkçı iç çekerek der ki:
- Sen hiç balıkçının açık denizlerde sandalın küreğini gönlünün istediği gibi istediği yöne çekmesinin mana ve mutluluğunu, bunun yanında küreğe mahkûm zincire vurulmuş kişinin, ritim davulunun temposunda, ne emir verirlerse o yöne kürek çekmesinin ne kadar acı olduğunu bilir misin? Hayat denen deryada da sanat ve kabiliyet küreğini başkalarının arzusuna göre çekmek küreğe mahkûm olmaktır. Bir sanatkârın, iş adamının, fikir adamının önüne çıkan bu maniler mahkûmların ayağına bağlanan prangalara benzer.
Oğlum çok usta bir elmas yontucu ve altın işleme sanatkârı idi. Elinin emeği ve göz nuruyla ürettiği taç, yüzük kaşı ve her türlü takıyı görmek beni mutlu ediyordu. Şimdi ise bir bayan onu baştan çıkardı, işine zaman ayırmıyor. Vaktinin çoğunu ona ve eğlenceye ayırıyor. O kadınla evlenerek de prangaları ayağına bağlamış oldu.
Sultan bu ihtiyarı çok sever ve teselli etmek amacıyla:
- Sen ümidini yitirip de çok üzülme, ben senin oğlunla konuşur onu uyarırım.
- Hayır! Sakın konuşmayın bırakın özgürlüğünü ve sanatını özlesin. Boş ve şehvet dolu hayatın gerçekten çile olduğunu, kürek mahkûmu olmanın acılarını içine girmişken tadarak öğrensin. Balık bir kere oltanın acısını damağında duyarda kurtulursa, ikinci kere oltaya yem olmaz.
Kardeşim aklını kullan, şehvetine yenilerek kürek mahkûmu olma. Bilerek veya bilmeyerek şehvetine uydun ise, yardım isteyerek bu esaretten kurtulmanın yollarını ara.
Rehberinizin şefkatli eli ve sevgi dolu kalbi sizi bekliyor.
Allah c.c. yar ve yardımcınız olsun.
Cenabı-ı Hak, evreni yarattı ve onu canlı - cansız sayısız varlıklarla donattı. Ayrıca yarattığı varlıkların devamlılığını da bazı kanunlara bağladı. Melekleri yarattı ve onlara akıl verdi. Melekler ilahi emrin dışında hareket edemez, Allah c.c. bildirdiğini bilir, Allah ne dilerse onu yaparlar.
Hayvanları yarattı ve onlara şehvet duygusunu verdi. İçgüdüleriyle hareket ederler.
İnsanları yarattı ve onlara hem şehvet hem de akıl verdi. İnsan şehvet ve hisleri yönüyle hayvan, akıl yönüyle de melek gibidir. Aklı şehvetine hâkim olan gerçek insan, aklı şehvetinin emrinde olan, hayvanlar derecesine düşmüş aciz insandır. Hayvanlar annelerinden doğduklarında, içgüdüleriyle annelerinin memesini bulur ve ondaki sütü emerler. İnsan ise akıllı varlık olmasına rağmen annesinin memesini bulup ta ememez ve acından ölür. Ancak annesi şefkatli elleriyle bebeği alır, göğsüne bastırır ve yavrusunu doyurur.
İnsan, hayatının her döneminde şefkatli ele ve sevgiye muhtaçtır. İnsan yaradılışı gereği eğitime muhtaçtır. İlk eğitimini anne babasından yani ailesinden alır. Yarınlara hayırlı gençler yetiştirmek isteyen aileler çocuklarının şehvetine esir olmasını değil, aklını çok iyi kullanarak iyiyi güzeli, doğruyu bulmalarını ve topluma faydalı bireyler olmalarını isterler. Anne babanın bu isteğine rağmen bazı gençler şehvetlerine uyarak kürek mahkûmu olur.
Sultanın biri halk kıyafeti giyerek halkın içinde gezmeye çıkar. Deniz kıyısında yaşlı bir adamın çocuklar gibi ağladığını görür ve yanına yaklaşır.
- Dede bir kaybın mı var?
- Başıma çok kötü şeyler geldi. Ben fakir bir balıkçı olmama rağmen çok emekler çekerek büyütüp yetiştirdiğim biricik oğlum küreğe mahkûm oldu.
- Ben sultanın yakınıyım, yarın saraya gel ben mutlaka bunun çaresini bulur ve seni bu üzüntüden kurtarırım.
Ertesi gün, adamcağızı sarayda bekler ama yaşlı adam gelmez. Sultan adamlarını gönderir yaşlı adam ve oğlu hakkında araştırma yaptırır.
Yaşlı adamın gerçekten balıkçı olduğunu, oğlunun ise elmas yontma ve işleme ustası olduğunu, çok yakışıklı olan oğlanı bir bayanın baştan çıkardığını ve oğlanın kapıldığı bu sevda uğruna evini, sanatını ve işini terk ederek bayanla yaşamaya başladığını, hatta yaşlı adamın ağladığı gün de evlendiklerini öğrenir.
Sultan adamlarına yaşlı adamı bulup huzuruna getirmelerini ister. Yaşlı adamı getirince Sultan:
- Oğlunun bir kadınla evlenmiş olduğunu öğrendim. Sen ise ‘Oğlum küreğe mahkûm oldu’ demiştin.
Balıkçı iç çekerek der ki:
- Sen hiç balıkçının açık denizlerde sandalın küreğini gönlünün istediği gibi istediği yöne çekmesinin mana ve mutluluğunu, bunun yanında küreğe mahkûm zincire vurulmuş kişinin, ritim davulunun temposunda, ne emir verirlerse o yöne kürek çekmesinin ne kadar acı olduğunu bilir misin? Hayat denen deryada da sanat ve kabiliyet küreğini başkalarının arzusuna göre çekmek küreğe mahkûm olmaktır. Bir sanatkârın, iş adamının, fikir adamının önüne çıkan bu maniler mahkûmların ayağına bağlanan prangalara benzer.
Oğlum çok usta bir elmas yontucu ve altın işleme sanatkârı idi. Elinin emeği ve göz nuruyla ürettiği taç, yüzük kaşı ve her türlü takıyı görmek beni mutlu ediyordu. Şimdi ise bir bayan onu baştan çıkardı, işine zaman ayırmıyor. Vaktinin çoğunu ona ve eğlenceye ayırıyor. O kadınla evlenerek de prangaları ayağına bağlamış oldu.
Sultan bu ihtiyarı çok sever ve teselli etmek amacıyla:
- Sen ümidini yitirip de çok üzülme, ben senin oğlunla konuşur onu uyarırım.
- Hayır! Sakın konuşmayın bırakın özgürlüğünü ve sanatını özlesin. Boş ve şehvet dolu hayatın gerçekten çile olduğunu, kürek mahkûmu olmanın acılarını içine girmişken tadarak öğrensin. Balık bir kere oltanın acısını damağında duyarda kurtulursa, ikinci kere oltaya yem olmaz.
Kardeşim aklını kullan, şehvetine yenilerek kürek mahkûmu olma. Bilerek veya bilmeyerek şehvetine uydun ise, yardım isteyerek bu esaretten kurtulmanın yollarını ara.
Rehberinizin şefkatli eli ve sevgi dolu kalbi sizi bekliyor.
Allah c.c. yar ve yardımcınız olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)